Birinci Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914'te başlayan ve 11 Kasım 1918'de sona eren Avrupa merkezli ilk küresel savaştı. Tam 105 yıl önce başlamıştı. Yarattığı onca olumsuz etkiye rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına bırakın engel olmayı, belki de neden oldu.
 
2011 yılında dünyada bilinen son Birinci Dünya Savaşı gazisi Claude Choules, 110 yaşında ve Avustralya’da uykusunda öldü. Choules, Birinci Dünya Savaşı'nda görev yapan 70 milyon askeri personelden hayatta kalan son muharip gazi olarak bilinmekteydi. Savaşın 100. Yılının etkinliklerle anıldığı 2014 yılında artık Birinci Dünya Savaşı gazisi kalmadı.
 
Ünlü İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, 20. Yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlamakta ve bu yüzyıldaki iki dünya savaşı arasındaki dönemi de “Katastrof (Felaket) Çağı” nitelemektedir. Uzun 19. Yüzyıldan sonra 20. Yüzyıl kısadır. Hobsbawm, bu yüzyılı Birinci Dünya Savaşı ile başlatır ve 1991’de Doğu Bloku’nun dağılmasıyla bitirir.
 
Bu bağlamda 20. Yüzyılın Balkanlarda başlayıp Balkanlarda bittiğini söylemek mümkündür.
 
28 Haziran 1992 tarihinde Fransa Cumhurbaşkanı F. Mitterand, Yugoslavya’nın dağılmasıyla sürecinde ortaya çıkan ve 150.000 kişinin ölümüne yol açan iç savaş sırasında Saraybosna’yı ziyaret etti. Dünya kamuoyunun dikkatini buradaki krizin ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek isteyen Mitterand’ın bu davranışı aynı zamanda son derece insani idi. Mitterand’ın bu davranışının gözden kaçan bir yanı vardı. O da ziyaretin tarihinin anlamı… 28 Haziran 1914 tarihinde Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Ferdinand Saraybosna’da öldürülmüştü. Mitterand bu tarihin yıldönümünde Saraybosna’yı ziyaret etti. Bosna krizinin Birinci Dünya Savaşı benzeri bir felaketin başlangıcı olmasını istemediğini göstermek istiyordu.
 
Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan olay elbette Arşidük Ferdinand’ın öldürülmesi oldu. Ancak bu olay, bardağın taşmasını sağlamaktan öte bir şey değildi. Savaşın çıkması için her türlü zemin zaten hazırdı. Uzun 19. Yüzyıl boyunca sanayileşen ve sömürgecilik yarışına giren ve bu yarışta bir hayli ilerleyen devletlerle (İngiltere, Fransa) geç kalan devletler (Almanya, İtalya) arasındaki rekabet gerekli altyapıyı zaten hazırlamıştı. Devletler arasındaki bloklaşma, silahlanma yarışı, hammadde ve pazar arayışları da patlamaya hazır bir bomba yaratmıştı.
 
Savaş, tarihte görülmeyen büyüklükte bir alana yayıldı. 4 yıl sürmesi, sivilleri de kapsayan milyonlarca ölüme yol açması itibarıyla, tam anlamıyla bir “Cihan Harbi” idi; bir “Harbi Umumi” idi. Bu iki deyim o dönemin Türkiye’sinde Birinci Dünya Savaşı’nı tanımlamak için kullanılmıştı.
 
Birinci Dünya Savaşı, imparatorlukların sonu oldu. Bunlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu idi. Ama yok olan tek imparatorluk da Osmanlı değildi. Buna Avusturya-Macaristan da dahildi. Sovyet Rusya’ya dönüşen Çarlık Rusya’sı imparatorluk vasfını 1990’lara kadar sürdü ve geç bir şekilde son olarak o da dağıldı.
 
Savaşa girmek için İttihat ve Terakki yönetiminin (özellikle Enver, Talat ve Cemal Paşaların) acele ettiği ve bir oldubitti ile devleti savaşa soktukları bilinmektedir. Onların beklentisi dağılmakta olan imparatorluğu kurtarmak; Almanya’nın yanında yer alarak pastadan pay almaktı. Oysa can çekişmekte olan devletin son enerjisini, insan kaynaklarını da bu savaşta tüketmesine yol açtılar. Sonuç tam bir felaketti. Milyonlarca insan Çanakkale, Kafkas, Galiçya, Sina ve Irak cephelerinde deyim yerindeyse harcandı. İttihatçıların pastadan pay alma telaşı elde kalan son imparatorluk topraklarının da yitirilmesine yol açtı. İttihatçıların başına gelen ünlü bir Arap şairin deyişinin yansımasıydı:
 
“Hele bir toz duman dağılsın ata mı bindin eşeğe mi anlarsın!”
 
Toz duman dağıldığında elde kalan toprak parçası Anadolu idi. Mondros ve Sevr, onun da yitirilmesine yol açmak üzereydi. Ancak halkın da savaşacak mecali yoktu. Bu durum dönemin türkülerine de yansımıştı. Bir Tokat türküsü olan “Hey Onbeşli”, bir ağıt olarak cepheye gidenlerin ve muhtemelen de geri dönmeyecek genç delikanlıların ardından yakılmıştı.
 
Hey On Beşli, On Beşli
 
Tokat Yolları Taşlı
 
Onbeşliler Gidiyor
 
Kızların Gözü Yaşlı
 
Onbeşli’den kasıt, Rumi takvime göre 1315 doğumlulardı; yani 1899 doğumlular… Dolayısıyla savaşın en kızıştığı dönemde 16-17 yaşlarındaki gençlerin cepheye sürüldüğü yıllardı bu yıllar… Savaş milyonlarca insanın toprağını terk etmesi sonucunu da doğurdu.
 
Savaşın sonunda uğranılan felaketi –Arap coğrafyası için- Falih Rıfkı Atay, Zeytin Dağı adlı kitabında duygusal bir dille anlatır. Kitapta Atay’ın sözünü ettiği komutan gazeteci Hasan Cemal’in dedesi ve İttihat ve Terakki yönetiminin üç güçlü isminden biri olan Cemal Paşa’dır. Atay’ın kitabındaki Allahaısmarladık başlığını taşıyan bölüm şöyledir:
 
Üç tabur, ah üç tabur.
 
Nebi Samoil siperlerinde kan döken Türk askerlerine bu kadar yardım edemiyoruz. O yıl Galiçya topraklarında döğüşmek için yirmibin lüzumsuz Türk bulmuştuk.
 
Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurdun kopmuş, uzak Medine içinde ve çöle yediriyorduk.
 
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs İngilizlerin elinde idi.
 
Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüsü İsrailoğulları gibi bırakmadık. Türkler gibi bıraktık. Nebi Samoil üstünden Müslüman veya Hıristiyan mabetlere doğru inenler, Türklerin son gününü hatırlıyacaklardır. Karargah içinde: “Kudüs düştü!” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e göz yaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
 
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allahaısmarladık!.
 
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmiyecek, hiç akşam gölgesi görmiyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu, içine çeken bir mezar gibi genişleyip derinleşiyor.
 
Eşyam ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir.
 
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşlatıyoruz.
 
Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
 
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
 
-Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
 
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
 
-Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu’da çalışmaktır.
 
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa..Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: -Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.
 
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
 
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
 
-Bu tarafa gitmişti, diyor.
 
O tarafa ? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı Bağdad’a mı?
 
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen ona da soracaksın:
 
-Ahmed’imi gördün mü?
 
Hayır.. Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in herşeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
 
Şimdi Anadolu’ya, batı’dan, doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgarlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş oğlunu arıyor.
 
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
 
Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını, kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
 
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyliyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik..
 
Savaşın sonunda ülkeyi yöneten kadro, İttihatçıların üst düzey yöneticileri ülkeyi terk etti. İttihatçı liderler yurt dışında öldürüldüler. Talat Almanya’da, Cemal Tiflis’te ve Enver de Orta Asya’da…
 
İttihatçıların yerine rakipleri, Hürriyet ve İtilaf Fırkası geldi. Onlar ne pahasına olursa galip devletlerle anlaşmaktan yanaydılar. Anadolu’da yürütülen ve Mustafa Kemal’in liderlik ettiği Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması, yeni ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini attı. Dolayısıyla Türk Kurtuluş Savaşı’nın yönetici elitlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan doğduklarını söylemek gerekir. Yeni Türkiye, Mondros’un yerine Mudanya’yı, Sevr’in yerine Lozan’ı koydu ve sorunlarını barışçı yollardan çözme yöntemini benimseyerek, topyekun bir modernleşme hareketine yöneldi. Kıt imkanlarını buraya akıttı. Mustafa Kemal, tüm dünyada totaliter rejimlerin yükseldiği, demokrasinin gerilediği, kapitalizmin tarihinin en büyük bunalımını yaşadığı (1929) ve Ortadoğu’da sınırların yeniden ve masa başında çizildiği bir dönemde, “Yurtta sulh cihanda sulh için çalışıyoruz” (1931) dedi. Var olan sınır ve güvenlik sorunlarını mümkün oldukça lehine ve çok yönlü bir dış politika izleyerek çözdü.
 
Atatürk sonrasındaki yönetici kadro özellikle de İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmak için ellerinden geleni yaptılar. Çünkü onlar, Birinci Dünya Savaşı’nı bizzat yaşamışlardı. Savaşın tüm felaketini, imparatorluğun son kalıntılarının da elden gittiğini gördüler. Gerçekten de Birinci Dünya Savaşı tarihin gördüğü ilk topyekun savaştı ve yol açtığı kayıplar inanılmaz boyutlardaydı: 10 milyona yakın ölü, 20 milyona yakın yaralı, 7 milyon civarında kayıp ve esir… Kullanılan silah teknolojileri modern savaş sistemlerinin habercisi gibiydi: Tanklar, kimyasal savaşlar… Savaşa sivillerin de dahil olması, savaşın sadece cephede ordular arasında olmaması gibi…
 
Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan yeni dünya düzeni İkinci Dünya Savaşı ile bozulmuştu. Çünkü yeni düzeni galipler kendi lehlerine ve istedikleri gibi kurmuşlardı ve bunun sonu daha büyük bir savaş felaketi oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı düzen ise iki kutuplu bir dünya oldu. Uzun Soğuk Savaş yılları Avrupa açısından Avrupa Birliği’nin ve Avrupa’nın refah devleti yıllarını doğurdu. Sömürgeleştirilmiş ülkeler bağımsızlıkları kazandılar.
 
Birinci Dünya Savaşı’nın son muharip gazisi ölse ve savaşın üzerinden yüz yıl geçse de, Dünya üzerinde savaş ve sömürü hayaleti halen kol gezmeye devam ediyor: Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Kırım’da…