Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin önde gelen politikacılarından Celal Bayar, “Bu kış komünizm gelebilir!” diye uyarılarda bulunurdu. Bayar’ın korkusu gerçek olmadı. Ancak bu kez aynı endişeyi demokrasi sona erebilir diye yaşıyoruz.

Günümüz dünyasında Batı demokrasileri göz önüne alındığında ana akım üç demokrasi modelinden söz edilebilir:

İngiliz modeli: Seküler Meşruti Demokrasi

Fransız modeli: Laik Demokratik Cumhuriyet

ABD modeli: Başkanlık Sistemi

Üç model birbirlerinden farklı tarihsel arka planın ürünü olmakla beraber ortak özelliklere de sahiptir: Kentli, laik/seküler ve sınıflı toplumun ürünüdür. Kuvvetler ayrılığına dayanır. Mutlak monarşinin gücünün kısıtlanmasına dayanır. Onu yasa koyucu olmaktan ve yargıya hakim olmaktan men eder, yürütmeyle sınırlandırır. Bazen monarşiyi evrimsel süreçte sembolikleştirir, bazen de tamamen ortadan kaldırır. 

Toplumun mutlak monarşi ile çatışmasına yol açan tarihsel süreçte iki neden oldu:

-Asker alımı

-Vergi toplama

Mutlak monarşinin bu konudaki keyfi davranışları, mutlak monarşi ile karşısındaki sınıfların çatışmasını doğurdu. Bu konuda bazı kilometre taşlarına değinmek gerekir:

-          Aristokrasinin tarımsal kapitalizme yönelmesi

-          Tarımsal kapitalizme yönelen aristokrasinin kentli burjuvazi ile işbirliği yapması

-          İki sınıfın mutlak monarşinin gücünü kısıtlaması

Fransa’da aristokrasi tarımsal kapitalizme yönelmeyince monarşiden kopamadı. Değişimin öncüsü burjuvazi, orta sınıflar ve köylülük oldu. ABD’de ise mücadele İngiltere’ye karşı yürütüldü. 13 koloni, sömürge yönetimine baş kaldırdı.

Çözüm olarak üretilen kuvvetler ayrılığı oldu. Yürütmenin gücü kısıtlandı. Yasama ve yargı ile dengelendi. Bu, o ülkelerdeki sınıfsal/toplumsal gelişimin ürünü olduğu gibi beraberinde refah toplumunu, toplumsal iç barışı da getirdi.

Türkiye’nin 140 yıllık parlamento deneyimi, Batı’dakinden farklı olarak burjuvazinin değil bürokrasinin ve ülkeyi kurtarma çabasının bir ürünü olarak doğdu. Dolayısıyla sınıfsal/toplumsal bir dinamiğin ürünü değildi.

Padişahın yetkilerinin kısıtlanmasının ilk örneği olarak Sened-i İttifak (1808) görülse de, bu, bir Magna Karta değildi. Dolayısıyla Sened-i İttifak, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet de monarşinin gücünü tabandan gelen taleple kısıtlayan birer metin değillerdi.

Birinci Meşrutiyet (1876), II. Abdülhamit’in onayı ile ilan edildi. Böylece mutlak monarşiden anayasal/meşruti monarşiye geçildi. Ancak padişah meclisten üstündü. Buna dair anayasa maddeleri dikkat çekicidir:

MADDE 43.- Meclisi Umuminin iki heyeti beher sene teşrisani iptidasında tecemmu eder ve bairadeiseniye açılır ve mart iptidasında yine bairadeiseniye ve bu heyetlerden biri diğerinin müctemi bulunmadığı zamanda mün'akid olamaz.

MADDE 44.- Zatı Hazreti Padişahi, Devletçe görünecek lüzum üzerine Meclisi Umumi'yi vaktinde dahi açar ve müddeti muayyenei içtimaını da tenkis veya temdit eder.

Bu maddelerden anlaşılacağı meclisin padişah tarafından açılacağı ve padişah tarafından toplantıya çağrılacağıdır. Ancak 1878’de dağılan Meclis, Abdülhamit tarafından toplantıya çağrılmamıştır. Tekrar çağırma, 30 yıl sonra gerçekleşecektir. Üstelik anayasanın 113. Maddesi gibi bir madde de vardır:

MADDE 113.- Mülkün bir cihetinde ihtilâl zuhur edeceğini müeyyid asar ve emarat görüldüğü halde Hükûmeti seniyenin o mahalle mahsus olmak üzere muvakkaten (idarei örfiye) ilânına hakkı vardır. (İdarei örfiye) kavanin ve nizamatı mülkiyenin muvakkaten tatilinden ibaret olup (idarei örfiye) tahtında bulunan mahallin sureti idaresi nizamı mahsus ile tâyin olunacaktır. Hükûmetin emniyetini ihlâl ettikleri idarei zabıtanın tahkikatı mevsukası üzerine sabit olanların memâlikimahrusaişaheneden ihraç ve teb'id etmek münhasıran Zatı Hazireti Padişahinin yedi iktidarındadır.

Bu padişaha idare-i örfiye ilan etme ve sürgün yetkisi vermekteydi.

1909’da Meclisi dağıtabilme yetkisi padişahtan alındı. Ancak sonra tekrar verildi. Aynı yetkiyi İttihatçılar kullanmak niyetindeydiler ihtiyaç anında. Oysa yetkiyi iki kez kullanan (1918 ve 1920) Vahdettin oldu. Bundan dolayı da 1924 Anayasası hazırlanırken milletvekilleri Cumhurbaşkanına Meclisi feshetme yetkisi vermediler. Çünkü önceki deneyimlerden çıkarılan ders gayet açıktı. Mustafa Kemal de Cumhurbaşkanına Meclisi feshetme yetkisini istemekten vazgeçti. Üstelik kendisine bu yetkinin verilmesine karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt’u, 6 ay sonra Adalet Bakanı yaptı. Cumhuriyetin kurucu babaları ve kadroları böyle idealist insanlardı. Gerçekleri söylemekten korkmuyorlardı.

Bugün istikrar adına demokrasiden vazgeçerken, Cumhurbaşkanına ve Meclise, -Meclisin seçim kararı alması daha da zor olmakla beraber- karşılıklı olarak seçimleri yenileme yetkisi veriliyor. Meclisin giderek sembolikleştiği bu ortamda diyelim ki Meclis, Cumhurbaşkanı ile çatıştı. Yine istikrarsızlık olmayacak mı? Ciddi bir çatışma, kaos ve güç boşluğu oluşmayacak mı? Cumhurbaşkanı, Başbakanla çatışabilir diye başbakanlık kurumu ortadan kaldırılırken, yarın Cumhurbaşkanı Meclis ile çatışırsa ne olacak? Aynı fesh, kaldırma ve dağıtma Meclis için de geçerli olacak mı? 1920’de egemenliğin kayıtsız şartsız temsil edildiği makam olan Gazi Meclis, bugün bu duruma düşürülmeyi hak etmiyor.

Cumhurbaşkanının yürütmenin başı olduğu, Meclis’in üyelerinin büyük bölümünün cumhurbaşkanınca belirlendiği ve aynı zamanda Meclisin yasama organı olmaktan çıkıp sembolikleştiği, giderek danışma organına dönüştüğü, etkisiz bir hale geldiği, yargının üst yönetiminin cumhurbaşkanınca belirlendiği, özetle kuvvetler birliğine dayanan bir sisteme demokrasi denilemez.

Cumhurbaşkanı seçtiğimizi, belediye başkanı seçmediğimizi unutmayalım. Belediye başkanı seçer gibi Cumhurbaşkanı seçersek bunun yol açacağı bedel çok ağır olacaktır.

Diyelim ki Meclis’te 330 oy bulunamadı ya da referandumda anayasa değişikliği kabul edilmedi. Bu durumda ne olacak? Mevcut sistem ve iki başlılık devam edecek mi? 7 Haziran’da olduğu gibi bir bahaneyle yenilenme yoluna (1 Kasım) mı gidilecek? Çözüm, yanlışta ısrar etmemektir. Çözüm, cumhurbaşkanını Meclisin seçmesidir. Çözüm parlamenter demokrasidir.

 

Unutulmamalıdır ki, istikrar adına demokrasiden uzaklaşmak ülkeye istikrar getirmez. Böyle bir ortamda da ne iç barış ne de toplumsal refah kalır. Ülkenin yaşayacağı beka sorunu da cabası…