Birinci Dünya Savaşı yenilgiyle sona erdiğinde toplumun büyük bölümü savaş yorgunuydu. Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarından sonra insanlar artık savaş adı duymak istemiyorlardı. Vatansever ama deneyimsiz İttihatçılar, ülkenin hem insan kaynaklarını savaş meydanlarında düşüncesizce harcamış ve hem de stratejik açıdan birçok yanlış yapmışlardı. Bu, dağılmakta olan imparatorluğun dağılma sürecini hızlandırmış ve Mondros’a gelinmişti. İttihatçı lider kadro ülkeyi terk etmiş, geri kalan alt kadroların önemli bir bölümü işgaller karşısında direnişten yana yer almıştı. Bununla birlikte İkinci Meşrutiyet döneminin parti kavgaları Milli Mücadele’yi olumsuz yönde etkileyecek boyuta gelmişti. 

 

İttihatçılar ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasındaki düşmanlık, ülkenin işgali karşısında bile sona ermedi. İttihatçıların ana damarı direnişten yana yer alırken İtilafçılar, işgalden ve himayeden yana idiler. Ancak manda ve himayeden yana olanlar sadece İtilafçılardan ibaret de değildi.

 

İttihatçı-İtilafçı çatışmasını, kutuplaşmasını ve nefretini Tarık Zafer Tunaya şöyle anlatır: 

 

“Yabancı işgali altında bulunan güney Ege’nin bir kasabasında iki devlet memuru bir mezarlığın yanından geçmektedirler. Birisi orada yatan dindaşlara fatiha okumayı öneriyor. Okuyorlar. Fakat öteki şunu ekliyor: ‘Ben duamı İttihatçıların ruhuna ithaf etmiyorum’.

 

Meşrutiyeti kasıp kavuran fırkacılık bu olay ile tanımlanabilir. Siyasi parti taraftarlığını bir tür din sayan, karşı parti üyesine ancak intikam ve kinle bakan insanlar ülkesinin tanıkları, bugün artık olağan bir kurum haline gelmiş olan fırkadan (siyasal partiden) söz edildiğinde daima ürkmüşlerdir”. 

 

Fırkacılık, “Karşıt parti mensubu ancak kin ve intikamla bakmak demektir. Bu tür bir anlayışa dayanan çok partili rejim memleketi bir cehenneme çevirir. Muhalefet iktidar ilişkileri bir ölüm kalım savaşı olur. Karşılıklı düşman cephelerin kuruluşu demektir.

 

Meşrutiyet, soysuzlaştırılmış bir partiler rejimiyle, kolayca bir cehenneme çevrilebilmişti. Siyasal hayat ta bir savaş meydanına. Fırkacılığın varmış olduğu en feci sonuç, memleketin ikiye bölünmüş olmasıydı. İttihatçılarla (İttihat ve Terakki yanlıları) İtilafçılar (Hürriyet ve İtilaf partisi yanlıları) Orta Çağ’ın din savaşlarına egemen zihniyetin temsilcileriydiler. Birbirlerini öldürmelerini, idam sehpasında birbirlerine küfretmelerini mümkün kılan bu tutum, Türkiye’nin siyasal hayatında, çeşitli sosyal nedenlerin yaratığı olarak, Meşrutiyetle başlamıştır. Bugün bile süregelmektedir”.

İşte o kavga, Kurtuluş Savaşı’nda da sürmüştü. İstanbul’daki yönetimi kontrol eden İtilafçılar, Anadolu’daki direnişi karalamak için İttihatçı ve Bolşevik (Komünist) suçlamasında bulundular. 

  4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde tartışılan konular arasında Bolşevik ve İttihatçı suçlamalarına cevap verilmesi de vardı. Fırkacılık, İttihatçılık yapılmayacağına dair yemin edilmesi meselesi, kongrenin ilk birkaç gününün en yoğun tartışma konusuydu. Bir diğer tartışma konusu da Amerikan mandaterliği idi. İstanbul Hükümeti’nin ve işgal kuvvetlerinin baskısına rağmen toplanan bir avuç insan arasında direnişin başarısız olacağını, Amerikan mandaterliğinin kabul edilmesini hararetle savunanlar vardı. Bunlar neler mi diyorlardı?

“- Herhalde bir yardıma muhtacız ve bunun en somut delili devlet gelirlerinin ancak borcumuzun faizine karşılık gelmesidir”.

“- Bizim Amerikan mandasını tercih etmekten maksadımız, …”

“- Bir de diyelim ki biz dış ve iç tam bağımsızlık isteriz! Fakat acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz, yapamayacak mıyız? Ondan önce, acaba bizi tek başımıza bırakacaklar mı, bırakmayacaklar mı?”

“- İzmir Yunanistan’da kalsa ve aramızda bir savaş olsa, düşmanımız Yunanistan’dan vapurla asker getireceği halde acaba biz Erzurum’dan trenle asker taşımayı yapabilecek miyiz? (…) … şimdiye kadar ne çektiysek, hep İngiltere’den çektik. Bu sebeple İngiltere’nin elinde oyuncak olmamak için onun rakibi Amerika’nın mandasına muhtacız!”

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp işgal güçleriyle işbirliği yapan kitlenin yanı sıra bu kararsız ve karamsar kitleye umut aşıladı, direnişe inandırdı. Özgüven verdi. Ne müthiş şeydir bu! Evet anlı şanlı Sivas kongresinde tartıştıklarımızdır bunlar… 

Bölgesel direnişe girişenlerin yaktıkları çoban ateşlerini Sivas’ta tek çatıda topladı Mustafa Kemal. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında birleştirdi. Mandaterlik fikrini savunanları tam bağımsızlığa inandırdı. Diğer taraftan işbirlikçi ve ihanet içerisinde olan İstanbul Hükümeti ile Padişah-Halifeye karşı da egemenlik mücadelesi yürütüldü. 

Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yürütülen üç buçuk yıllık mücadelede halkı kazanmak ve halkın elindeki kıt imkanları kullanarak, emperyalist devletlerin kendi aralarındaki rekabetten yararlanarak savaşı kazanmak hiç de kolay olmadı. 26 Ağustos’ta Afyon’da başlayan kurtuluş mücadelesi 9 Eylül’de sembolik olarak İzmir’de bitti. Evet İzmir, Kurtuluş Savaşı’nın başladığı ve bittiği yerdir. Bununla birlikte mücadele 9 Eylül günü bitmemişti. 12 Eylül’de Urla, 15 Eylül’de Alaçatı, 16 Eylül’de Çeşme ve 17 Eylül’de Karaburun kurtarıldı. İzmir’in kıyı şeridindeki ilçelerin kurtuluşu için geçen bir haftalık süre bize, yürütülen mücadelenin ne kadar kıt imkanlarla ve bıçak sırtı bir mücadeleyle gerçekleştiğini göstermektedir. 

Kurtarıcı ve kurucu babalarımıza rahmet ve minnetle… Kurtuluşun ve kuruluşun şehri İzmir’e sevgiyle…