1 Eylül 1939 dünya tarihinin gördüğü en büyük felaket, en büyük savaş olan İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi. Biraz ironik olsa da 1 Eylül, Dünya Barış Günü… Aslında maksat belli, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı tahribatı bir daha yaşamamak ve onu hatırlamak. 

Osmanlı tarihinin büyük bir bölümü savaşlarla geçmiş. Tarihimizin en uzun barış dönemini Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması ve Lozan’ın imzalanmasıyla yaşıyoruz: Neredeyse 100 yıldır… Oysa uzun savaş yılları neslimizi tüketecek noktaya kadar getirmişti bizi. 

Son olarak 1912-1922 yılları arasında yaşanan Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı tam anlamıyla bir var oluş, bir ölüm kalım savaşıydı. Yedi düvelle savaşmıştık. Yorgun, bitkin, hasta idik. Yedi düvelle savaştıktan sonra yedi düvelle barışmayı da bildik. Bu, başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucuları sayesinde idi. Çünkü kurucular, savaş meydanlarından, cephelerden gelmişlerdi; kan ve ölümle sınanmışlardı. O sınanma neticesindedir ki Atatürk, savaşın vatan savunması için olmadıkça cinayet olduğunu söylemişti. 

1923 sonrasında Türkiye’nin hedefi içeride ülkenin öncelikli derdi uzun savaş yıllarının yaralarını sarmak, iç güvenliği sağlamak, iskan sorunlarını çözmek ve kalkınmaktı. Nitekim 1923 seçimleri öncesinde yayınlanan Dokuz Umde uzun savaş yıllarının yarattığı tahribatı gidermeyi amaçlıyor ve yeni kurulacak olan ulus-devletin temellerini atıyordu. Yine 1923 yılı başlarında Atatürk, yeni Türkiye’nin bir iktisat devleti olacağını, cihangir (fetihçi/savaşçı) bir devlet olmayacağını belirtiyordu. Dolayısıyla yeni Türkiye’nin başarıları ekonomik alanda olacaktı… Bu da ancak barış ortamında olabilirdi. 

Atatürk, Türkiye’nin barışçı politikalarına ilişkin çok bilinen bir sözünü 1931 genel seçimleri öncesinde yayınladığı “Seçim Dolayısile Millete Beyanname” (20 Nisan 1931) ile ifade etti: “Yurtta sulh cihanda sulh için çalışıyoruz”. Burada dikkat çekici olan bir durumdan söz etmekten ziyade bir amaç için verilen mücadele de dile getiriliyordu. 

Türkiye, Atatürk döneminde hem içeride toplumsal barışı ve hem de dışarıda barışçı dış politikayı benimsedi. Atatürk’ün sözleri bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 

1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Türkiye’nin temel kaygısı, güvenliğini sağlamaktı ve sorunlarını barışçı yollardan uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak çözmekti. Türkiye bu güvenlik ve barış ortamı içerisinde de, hızlıca kalkınmak amacındaydı. Cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar Atatürk’ün TBMM açış konuşmalarında, bunu hemen her yıl görmek mümkündür. Nitekim, söz konusu dönem boyunca Türkiye, hem güvenliğini sağlamak, hem de sorunlarını barışçı yollardan çözen saygın ve güvenilir bir ülke olmak için çok yönlü bir dış politika izledi. Bu politikaları izlerken temel ilkesi dürüstlük ve açıklıktı. Söz konusu çok yönlü politikaların sacayağı üzerine oturduğunu söylemek gerekir: 

! Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurmak (1925 dostluk antlaşması)

! Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak (Milletler Cemiyeti’ne giriş 1932, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay sorununun çözülüşü)

! Bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak (Balkan Antantı 1934, Sadabat Paktı 1937)

1920’li yıllarda Türkiye, Batı ile olan sorunlu ilişkilerini düzeltmek niyetinde idi. 1925’te Sovyetler Birliği ile dostluk anlaşması imzalandı; ki, iki ülke arasında iyi ilişkiler daha Kurtuluş Savaşı yıllarında başlamıştı. Bunun nedenleri arasında, ortak düşmana karşı işbirliği önde geliyordu.   

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan yüzlerce yıllık pek çok sorununu çözmekle birlikte, bazı sorunların Cumhuriyet dönemine kalması kaçınılmaz olmuştu. Lozan’dan arta kalan sorunlar olarak Musul, Hatay ve Boğazlar Sorunu’nu saymak gerekir. Bunlardan Musul hariç, diğerleri Türkiye’nin lehine çözümlendi.

Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönem, ünlü tarihçi E. Hobsbawm tarafından felaket çağı (katastrof çağı) olarak adlandırılmaktadır. Dünya, hızla savaşa doğru gitmekteydi. Revizyonist güçlerle anti-revizyonist güçlerin mücadelesinde Türkiye, mevcut statükonun korunmasından yana tavır sergiledi. Gerginleşen ortam, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmasını hızlandırdı. Batı ve Sovyetlerle iyi ilişkilere ek olarak Türkiye, Batı ve Doğu-Güney sınırlarını güvence altına almak için komşularıyla ittifak çabalarına yöneldi. Bu konuda öncülük yaparak, önce Batı komşularını örgütledi. Bu bağlamda Balkan Antantı (1934) kuruldu (Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya). Türkiye, Doğu sınırlarını da Sadabat Paktı ile (1937) güvenceye aldı (Türkiye, İran, Irak ve Afganistan). Türkiye bu iki ittifakla hem Batı ve hem de Doğu sınırlarını güvence altına almak istedi. Böylece etrafında bir güvenlik ağı ve barış ortamı yaratmak amacındaydı.     

Atatürk döneminde Türkiye, Batı ülkeleriyle Lozan sonrasında hemen iyi ilişkiler kuramadı. Çünkü Lozan ertesinde tüm sorunlar çözülememişti. Yunanistan’la devam eden sorunlar, İngiltere ile devam eden Musul sorunu, Boğazlarda egemen olmak için harcanan çaba, Fransa ile yaşanan Hatay sorunu… Türkiye bu sorunlara rağmen, Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak için çaba harcadı. Her şeyden önemlisi bu sorunları barışçı yollardan çözmeye çalıştı. Musul sorunu hariç, diğer sorunları kendi lehine çözümledi. Türkiye bu sorunları çözdükçe Batı ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdi. 

Türkiye, söz konusu dönemde barışçı yollardan haklarını kazanmak için mücadele etti.  Türkiye, Boğazlar ve Hatay’da masa başında kazanma başarısını gösterdi. Bunda izlenen çok yönlü dış politikanın etkisi büyüktür. Türkiye, barışçı yollardan haklarını elde etmek için aktif bir politika izledi. Söz konusu dönemde Almanya ve İtalya gibi ülkeler haklarını (!) elde etmek için savaşçı, işgalci ve saldırgan bir tutum sergilediler. Türkiye, izlediği barışçı yollardan sorunlarını çözmekle Almanya ve İtalya gibi revizyonist ülkelerden yöntem bakımından tamamıyla ayrılmaktadır.

Atatürk, dünya ile barış içinde yaşamanın yanı sıra ülke içinde de siyasal bir barış ortamı yaratmaya gayret etti. Bunun için de Cumhuriyetin ilk yıllarında devrim sürecinde karşı karşıya gelen lider kadro ile 1930’ların başından itibaren kademeli olarak barışıldı. Kurtuluşun ve kuruluşun A takımı olarak tanımlanabilecek isimler arasında Cumhuriyetin ilanı ve Halifeliğin kaldırılması sürecinde bir ayrışma yaşanmıştı. Muhafazakar eğilimleri nedeniyle köktenci modernleşme projesine karşı çıkan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, A takımının diğer isimleri olan Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın karşısında yer aldılar. Köktenci kanat, muhafazakar kanadı tasfiye etti. Bu tasfiye TpCF denemesi ve İzmir Suikastı sonrasında İstiklal Mahkemeleri eliyle gerçekleşti. Tarihsel literatüre “Paşaların Kavgası” diye geçen bu çatışma sıklıkla akademik ve popüler çalışmalara konu oldu ve olmaktadır. Oysa görmezden gelinen ya da es geçilen bir konu var: Paşaların Barışması… 

Devrimlerin gerçekleşmesi ve rejimin oturmasının ardından iç barış amacıyla Atatürk, Cebesoy ve Bele ile barışarak onları siyasal sisteme entegre etti. Atatürk’ün vefatının ardından İnönü, barışma siyasetini devam ettirdi. Karabekir ve Orbay siyasal sisteme eklemlendiler. Bu barışma siyaseti Cumhuriyetin kurucularının zihniyet dünyasını bize göstermesi açısından anlamlıdır. Onlar Cumhuriyeti kanla, irfanla kurdular ama kinle kurmadılar.  

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve Cumhuriyeti kuran kadro, “Ya istiklal, ya ölüm” parolasıyla, bağımsızlık mücadelesi verirken hem yedi düvelle hem de içerideki uzantılarıyla savaştılar. Ancak sonuçta barışmayı da bildiler. Bu barış, onurlu ve saygın bir barıştı. Nitekim bunun etkisiyle 1922’de denize dökülen Yunan megali ideasının en büyük temsilcisi Venizelos, 1934’te Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterebildi.