Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babasıdır.

Hiç şüphesiz Atatürk’le birlikte anılması gereken Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer kurucu babaları da var. Bunlar arasında Atatürk’ten hemen sonra gelen İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi isimler Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girdiği Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1877-78) hemen öncesinde ve hemen sonrasında doğdular. İmparatorluk bakiyesi haline gelmiş olan devlet, onların gözleri önünde Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında hızla dağıldı. İmparatorluğu kurtarmaya güçleri yetmedi. Yetmesi de mümkün değildi… Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti kuran kadro, Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinden, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşananlardan büyük dersler çıkardılar. 

Bu genç subaylar, dağılan imparatorluğa ve emperyalist güçlerin toptan saldırısına rağmen umutlarını ve azimlerini yitirmediler. Türklük bilinciyle, vatan ve namus duygusuyla kurtuluş mücadelesine giriştiler. Kurtuluş Savaşı’nın kaderini tayin eden savaşlardan biri Sakarya Savaşı ise diğeri 30 Ağustos 1922 tarihli Başkomutanlık Meydan Savaşı idi. Büyük Taarruz, beraberinde Mudanya Ateşkes Antlaşması’nı ve Lozan Barış Antlaşması’nı getirdi. Mondros Ateşkes Antlaşması ve Sevr Barış Antlaşması tarihin çöp sepetine gönderildi. 

30 Ağustos, 9 Eylül kadar Türk Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir tarihidir. Siyasal ve askeri bağımsızlığın sağlanmasının ardından, sıra ekonomik kalkınmaya, modernleşmeye ve uygar dünyayı yakalamaya gelmişti. Nitekim siyasal ve askeri bağımsızlığı sağlayan Büyük Taarruz’un ikinci yıldönümünde (30 Ağustos 1924) Atatürk, bu kez ekonomik bağımsızlık ve uygar dünyayı yakalama hedefini Türkiye’nin önüne koydu. Yer olarak Dumlupınar’ın ve tarih olarak da 30 Ağustos’un seçilmesi tesadüf değildi. Burada yaptığı konuşmada Atatürk, yüzyıllar boyunca ihmal edilen bir toplumun/devletin durumunu özetler gibidir: 

“Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir tarzda telafi edebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek”.

Aslında Atatürk’ün dile getirdikleri Anadolu’nun ve Türk milletinin asırlar boyunca ihmal edilmesi, maddi ve insani kaynaklarının harcanmasına dair Cumhuriyetin kurucu babalarının teşhisini yansıtmaktadır. Nitekim Falih Rıfkı Atay da Zeytindağı adlı kitabında bu ihmal edilmişliği, imparatorluğun para ve insan kaynaklarının boş hayaller peşinde nasıl harcandığını acı bir şekilde anlatır. Savaşı vatan savunması gibi bir zorunluluğa dayanmadıkça cinayet olarak niteleyen bir asker olan Atatürk, bağımsızlık için mücadele vurgusunu da savaş tanımıyla birlikte yapmaktadır:  

“Savaş iki ordunun çarpışması değildir; savaş iki milletin maddi ve manevi bütün güçleriyle karşı karşıya gelmesidir… Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, o milleti alt etmenin yolu yoktur”. 

Konuşmasında millet olma bilincine dikkat çeken Atatürk, Türk milletinin önüne bir ütopya da koymaktadır:

“Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlam ile uygar bir insan topluluğu olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, kendinde olan ve yaratacağı uygar eserlerle orantılıdır. Uygar eser meydana getirmek olanağından yoksun toplumlar, özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmeye mahkumdurlar”. 

Dumlupınar’ın yani Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın ikinci yıldönümünde Atatürk, daha açık ve kısa bir şekilde hedefi ifade etmektedir:

“Milletimiz, Dumlupınar’da kutlanan Büyük Zafer’den daha önemli bir zafer peşindedir: Kültür ve uygarlık zaferi…”

Atatürk bir taraftan ortaya bir ütopya koyarken diğer taraftan bunun gerçekleşmemesinin, zamanın ruhunu yakalayamamanın yok oluşa yol açabileceği tehlikesine de dikkat çekmektedir. Bu sözleri, Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde, Hitler, Mussolini, Franko, Salazar ve Stalin’in iktidar olduğu yıllarda, otoriter ve totaliter rejimler, ırkçılık ve yayılmacılık (faşizm ve emperyalizm) yükselirken söylemektedir. Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyetin kurucu babaları, esen savaş rüzgarlarına rağmen, barışçı ve hümanist bir politikayı kurucu kültürün temeli kılmışlardır. Nitekim o nedenledir ki bugün, Atatürk’ün vefatının üzerinden 82, Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 97 yıl geçtikten sonra Türkiye halen tarihinin en uzun barış dönemini yaşamaktadır. 

Atatürk’ün yaktığı bağımsızlık ateşi, tüm sömürge uluslara örnekti. Üstelik bu bağımsızlık ateşi, çağdaşlaşma/modernleşme ile desteklendi. Böylece insanlık aleminin saygın bir üyesi olunacaktı. Onun neticesinde Atatürk’ün tek istediği sadece hatırlanmaktı. 2008’de Obama’nın başkanlık görevine başlama konuşması sırasında imrenilecek bir şekilde kurucu baba Lincoln’ü saygıyla anması gibi… Sanırım bizler de kurucu babalarla kavgayı bırakıp ve kurucu babaları günlük siyasetin malzemesi olmaktan çıkarıp, ülkeyi onların koyduğu insanlık aleminin saygın üyesi olmaya taşıyabildiğimiz gün başarıya ulaşmış olacağız. Bunu Cumhuriyetin ikinci yüzyılında başarabileceğimiz inancındayım.