Atatürk sağlıklı bir toplum yaratmayı çok önemsiyordu: “Milletimizin sağlığını korumak ve desteklemek, ölümü azaltmak, nüfusu çoğaltmak, bulaşıcı ve salgın hastalıkların yıkımına karşı koymak ve bu surette millet fertlerinin dinç ve çalışmaya kabiliyetli sağlıklı vücutlar halinde yetişmesini temin etmeliyiz”.

1922’de Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sona erdirilmesinin ve 1923’te Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasının ardından Türkiye, bağımsızlığını kazanmıştı ama devralınan sosyal ve ekonomik miras çok iyi değildi. Kötü mirasın bir boyutu da sağlık konusundaydı. Uzun savaş yılları ve kaybedilen topraklardan alınan göçler neticesinde halk fakir, eğitimsiz, bitkin ve salgın hastalıkların pençesindeydi. Toplumun üçte ikisi sıtma, verem, frengi, trahom gibi hastalıkların etkisi altındaydı. Yaklaşık 12 milyonluk nüfusun yarısı sıtmalıydı. Bazı bölgelerde (özellikle bataklık olan ya da pamuk ekimi yapılan bölgelerde) sıtmalı oranı % 90’lara ulaşıyordu. Bir milyona yakın da veremli bulunmaktaydı. Ülke nüfusunun % 5’i de frengi hastasıydı. 250 bin civarında trahom hastası olduğu tahmin edilmekteydi. Kızamık, kızıl, tifo, çiçek, difteri ve lekeli humma gibi hastalıklara yakalanmış binlerce insan vardı. 

Cumhuriyetin ilanın da son çağdaş bir toplum ve devlet yaratma politikasının, topyekun modernleşme çabasının bir boyutu da sağlık seferberliği idi. Bu çerçevede kısıtlı imkanlarla bir mücadele girişildi; yurt dışına uzman yetiştirmek için öğrenciler gönderildi; ülkenin her yerinde sıtma ve veremle savaş dernekleri, dispanserleri kuruldu. Yurt genelinde hastalık taramaları yapıldı ve öncelikli bölgeler saptandı; hastalıklarla savaşa girişildi. Bu da bir başka türde kurtuluş savaşıydı. 

Sıtma ile mücadele için yeterli miktarda kinin temin edilmeye çalışıldı. Yerli kinin ve BCG aşısının yerlisi üretildi. Bazı salgın hastalıklar gösterilen dikkat ve özen sayesinde daha başlangıç aşamasında iken önlenebildi. Örneğin 1929’da Suriye’de görülen çiçek hastalığı salgını, Türkiye’ye etki etmeye başlayınca 1929-1931 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaklaşık 1 milyon 200 bin kişi aşılandı ve salgının çıkması engellendi. Doktorlara ve sağlık memurlarına sıtma hastalığı ve tedavi yöntemleri hakkında eğitim verildi. İllerde sıtma ile mücadele kurulları oluşturuldu. Veremle mücadele için sanatoryumlar kuruldu. 

Sıtma hastalığı ağır seyreden hastalar için 5-10 yataklı sıtma dispanserleri açıldı. Sıtma taramaları yapılarak hastalar tedavi altına alındı ve bataklıklar kurutularak sıtmaya yol açan nedenler ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Diğer taraftan halkın bilinçlendirilmesine girişildi; hastalıkların bulaşma yollarını anlatan filmler yapıldı ve halka gösterildi. 

Cumhuriyetin ilk on yılında girişilen sağlık seferberliğinin başarısı sonucunda 1930’lu yıllarda sıtmalı hasta sayısı % 11’e düştü. Bulaşıcı hastalıkların oranı makul seviyelere indirildi. Üstelik bu başarı, az sayıda sağlık personelinin fedakar çabaları ve Cumhuriyet yönetiminin stratejisi sayesinde elde edildi. Cumhuriyet yönetiminin benimsediği bilimsel düşünce tarzı ve dönemin idealist kuşakları sadece salgın hastalıklarla değil aynı zamanda cehaletle de mücadele ettiler. Bu da zorlu bir süreçti; tedavi yöntemi olarak sıtma hastasının kinini değil, muskayı benimsemesiyle başa çıkmak hiç de kolay değildi. Din, bilimsel tedaviye engel değildi ama din gibi görünen hurafeler ya da bunu kullananlar, salgın hastalıklarla mücadelenin önündeki en büyük engellerdi. Burada dönemin efsane sağlık bakanı Dr. Refik Saydam’ı ve dönemin tüm sağlık çalışanlarını rahmetle ve minnetle anmak gerekir. 

Bugün Türkiye Çin’den aşı satın alıyor. Oysa Türkiye, 1938’de Çin’e kolera aşısı göndermişti. Bunun arka planında neler var? Biraz buna değinmek isterim. 

1934’te Türkiye ile Çin arasında dostluk antlaşması imzalanmıştı. Aynı yıl sonunda Çin Ankara’ya bir büyükelçi de atamıştı. Bu dönemde Türkiye-Çin ilişkilerinde bir gelişme de yaşanmıştı. Nitekim Londra’da açılan Çin Sanatı Sergisi’ne Türkiye müzelerinde bulunan Çin sanat eserlerinden de gönderilenler olmuştu (1935). 

Cumhuriyet Arşivi’nde yer alan bir belgede (27.7.1938) dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr. Hulusi Alataş, Başbakanlığa gönderdiği bir yazıda, Çin’in kolera aşısı için Milletler Cemiyeti’ne başvurduğunu belirtmekte ve buna olumlu yanıt verdiklerini belirtmekteydi: 

“Yüksek Başvekalete

Çin Sıhhat Dairesi, Cenevre’de Milletler Cemiyeti Hıfzısıhha Şubesi Direktörlüğüne, Çin’deki kolera epidemisi sebebiyle memleketi için kolera aşısı sağlanması için aracılık etmesi konusunda başvuruda bulunması ve adı geçen Direktörlükten de Çin için kolera aşısı göndermek mümkün olup olmayacağı Bakanlığımızdan sorulması üzerine Hıfzısıhha Müessesemizin bir milyon santimetre küp aşı göndermeyi üstlendiğini saygılarımla arz ederim”.

Cumhuriyetin ilk yıllarında aşı üretip bunu ihraç edebilen Türkiye, Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken aşı ithal eden bir ülke konumuna düşmemeliydi. 

Kaynak: Osman Bahadır, Erken Cumhuriyet ve Bilim, TÜBA Yay., Ankara, 2005.