Cumhuriyetin kurucuları ne yapmıştı? Türkiye nereye gidiyor?

Tarihsel açıdan bakarsanız egemenlik geçmişte monarşilerin elindeydi. Gücün tek bir monarkın elinde toplanmasına mutlak monarşi diyoruz. Avrupa’da ortaçağdan itibaren –İngiltere’de başlayarak- mutlak monarşilerin yerini meşruti monarşiler aldı. İngiltere ve Hollanda gibi ülkelerde parlamento yasama yetkisini alarak ve yürütmeyi kendi içinden çıkararak monarşiyi sembolikleştirdi. Buna direnen monarşiler ise devrimci bir modelle ortadan kaldırıldılar. Demokratik Cumhuriyetler doğdu (Fransa örneğinde). 

Osmanlı Devleti ise 19. Yüzyıla kadar mutlak monarşiyle yönetiliyordu. Monarşinin gücünün kısıtlanmasına yönelik ilk girişim 1808 tarihli Sened-i İttifak’tır. Bir Magna Karta olmasa da ve kısa ömürlü olsa da bu ilk girişim anlamlıdır. Onu Tanzimat dönemindeki yerel meclisler (muhassıllık meclisleri) izledi. Ardından Birinci Meşrutiyet geldi. Bu, mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçişti. Ancak Batılı anlamda sınıfsal ve toplumsal dinamiklerin ürünü olmayan, bürokratik modernleşme sürecinin bir parçası olan bu yönetim de kısa ömürlü oldu. 30 yıllık aradan sonra biraz daha uzun ömürlü olan İkinci Meşrutiyet geldi. Bununla birlikte artık imparatorluğun son demleri yaşanmaktaydı. Dolayısıyla meşrutiyet rejimiyle birlikte imparatorluk da tarihe karıştı.

Birinci Meclis’ten itibaren (1920) kesin bir şekilde şahıs egemenliğinden/monarkın egemenliğinden ulusal egemenliğe geçildi. Bu Meclis, yasama, yürütme ve yargı yetkisini elinde bulunduruyor ve kendisinin üzerinde hiçbir güç tanımıyordu. Söz konusu Meclis’in bu gücü, İngiliz parlamentosu için söylenen “İngiliz parlamentosu kadını erkek, erkeği kadın yapmanın dışında her şeyi yapabilir!” ifadesini hatırlatmaktaydı. Nitekim bu Meclis, buna dayanarak Saltanatı ve Hilafeti kaldırdı, Cumhuriyeti ilan etti ve arka arkaya devrimleri gerçekleştirdi. Geleneksel toplumun kurumlarını ortadan kaldırdı, yerlerine modern toplumun kurumlarını getirdi.

Kurtarıcı ve Kurucu Meclis, gücünü korumayı da bildi. Örneğin 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında Cumhurbaşkanına Meclis’i feshetme yetkisinin verilmesine şiddetle muhalefet etti. Buna muhalefetin öncülüğünü Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu gibi milletvekilleri yaptı. Muhalefet eden milletvekillerinden biri de Saruhan milletvekili Reşat Bey’di. Şunu söylemişti:

"Arkadaşlar, bendeniz arzuyu, heyecanı ve şahsi kanaatimi şu suretle özetleyeceğim. Söyleyeceklerim uzundur. Fakat bazıları alınıyorlar, üzülüyorlar.. Kesin düşüncem şudur ki örneğin olarak Allah Reisicumhur olsa, kısaca söylüyorum (Haşa sesleri) Haşa… Melekler, Bakanlar Kurulu olsa fesih yetkisini verecek yoktur".

Bunları söyleyen iktidar partisinin, Atatürk’ün partisinin bir milletvekiliydi ve Atatürk’e bu yetkinin verilmesine karşı çıkıyordu. Reşat Bey, Akhisarlıydı. 1881 doğumluydu. Kuvayı Milliyeci idi. Akhisar Kuvayı Milliyesi’nde görev yapmıştı. Saruhan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığında bulunmuştu. Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibiydi.

Dönemin milletvekillerinin çoğu cepheden, savaş meydanlarından geliyordu. Lidere bağlı olmaları onların gerçekleri söylemelerine engel değildi. Lider de söylenenleri dikkate alıyordu. Kendine itiraz edenlere de düşmanlık etmiyordu. Üstelik Cumhurbaşkanına Meclisi feshetme yetkisine itiraz eden Mahmut Esat Bozkurt’u, altı ay sonra Adalet Bakanı yaptı. Bozkurt, Hukuk Devrimi’nin mimarı oldu.

Atatürk ve İnönü, partili cumhurbaşkanıydılar. Ancak bu tek parti dönemine, kuruluş dönemine özgü bir durumdu. Çok partili yaşama geçildiğinde İnönü, hem değişmez genel başkanlığı ve hem de Milli Şefliği sona erdirdi. Partili cumhurbaşkanlığının çok parti dönemde işlemeyeceğinin ve kötü sonuçlara yol açacağının en büyük örneği Celal Bayar’dı. Son partili cumhurbaşkanı Bayar’dı. Bayar, rejimde denge mekanizması olması gerekirken bu rolü oynamayıp siyasal çatışmanın mimarı oldu. 

1950 seçimlerine giderken tek parti döneminden kalan pek çok uygulama sona erdi. Dünyada eşi görülmemiş bir şekilde seçimle iktidarı muhalefete devreden, demokrasinin altyapısını hazırlayan CHP, 1950 seçimleri öncesinde seçim beyannamesine altı okun anayasadan çıkarılmasını da koymuştu. Nitekim İnönü bunları seçimler öncesinde düzenlenen bir mitingde de belirtmişti. İnönü, seçim gezileri sırasında Kırıkkale’de yaptığı bir konuşmada, iki meclis usulünü kabul ettiklerini ve Ayan Meclisi (Senato) kuracaklarını söylüyordu. Ayrıca, altı ok da Anayasa’dan çıkarılacaktı. İnönü’nün bu konudaki konuşması şöyleydi: “Biz altı oklu prensiplerimizi vatandaşlara beğendirmeğe devam edeceğiz. Bu suretle diğer siyasi partilere karşı kendi prensiplerimizi Anayasa ile imtiyazlı bir mevkie koymuş olmaktan çıkacağız”. İnönü, yeni bir Anayasa hazırlamaktan yanaydı. Böylece, devletin demokratik ve medeni teşkilatının eksikleri tamamlanacaktı. 1924 Anayasasının güçlü tarafları olduğu gibi zayıf tarafları da vardı. 27 yıllık tecrübe bunu göstermişti.

Ülke tek parti yönetiminden bizzat İnönü’nün tercihiyle çok partili yaşama geçti. Gereken altyapı düzeltmelerinin bir bölümünü 1950 seçimlerinden önce yaptı. YSK’nın kurulması, seçimlere yargı güvencesinin getirilmesi vs. Sisteme yönelik bazı değişikliklerin de seçimlerden sonra yapılması planlanmaktaydı. Ancak seçimleri kazanan CHP değil, DP oldu. DP, iktidarının ilk yıllarında ciddi bir açılım ve kalkınma getirse de sonraki yıllarda meclis üstünlüğüne ve çoğunluk sisteminin avantajına dayanarak bir baskı rejimine yöneldi. İnönü, 1956 yılında DP ile gerilimin yüksek olduğu bir TBMM toplantısında şu sözleri söyledi:

“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz”.

Bugün gelinen noktada yaklaşık 150 yıllık parlamenter geleneği, 200 yıllık modernleşme geleneği ve en az 2000 yıllık devlet geleneği olan Türk milletinin, Ortadoğu’daki köksüz ve kağıttan devletlere benzemesini kimse istemez. Ülkeyi yönetenlerin ülke içindeki çatışma ortamından ve iktidar mücadelesinden sıyrılarak aklıselimle hareket etmesini beklemek hepimizin görevidir. Aksi takdirde ülke marjinalleşecek, bölgedeki otoriter rejimlerle, Baas partisi gibi yapılarla, Saddam ve Esad gibi liderlerle anılır duruma düşecektir.