''DİNOZOR ÇAĞINA BİLET'' İSİMLİ KİTABIMDA VE BİR KÖŞE YAZIMDA BU ÇOK YAKIN ARKADAŞIMLA ORTAK BİR ANIMIZI PAYLAŞMIŞTIM.OKUNMA REKORLARI KIRMIŞTI. ŞİMDİ DE ONUN ARDINDAN TEKRAR YAYINLIYORUM. MEKANI CENNET OLSUN.

Asıl adı Gülserin’dir. Herkes onu Gül adıyla tanır. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en uzun boylu kız basketbolcusudur.

Altmışlı ve yetmişli yıllarda Kız Basketbol Kulüpler Türkiye Şampiyonası sıklıkla İzmir’de yapılır, haber tüm gazetelerde “Dev kız İzmir’de” diye manşetten verilirdi. O nedenle 68 kuşağı; onu İzmir’den ve özellikle yaşadığı kent olan Ankara’dan çok iyi bilir.

Hipofiz bezinin aşırı derecede çalışması sonucu meydana gelen hastalıktan ötürü, Gülserin’in boyu 2.07m ye ulaşmış; boyuyla birlikte tüm organları, yüzü, elleri, ayakları da büyümüştü. Bu nedenle de standardın dışında bir görüntüye sahipti. Bu tarz bir ‘büyüklük’ bir kadınla örtüştürülmediğinden çoğu kişi ilk bakışta onu erkeğe benzetirdi.

Özüne, köküne, cumhuriyetine derin bağlarla bağlı olan ailesi, kızlarının görüntüsüyle ve kendisiyle barışması amacının yanında, ülkesine de yararlı olması adına, onu çok sevdikleri Atatürk’ün bir sözünü ilke edinerek büyüttüler:

‘’Türk sosyal bünyesinde spor düzenlemekle vazifeli olanlar, Türk çocuklarının spor hayatını yüceltmeyi düşünürken sadece gösteriş için, herhangi bir yarışmada kazanmak azmiyle spor yapamazlar. Esas olan bütün yaşamla Türkler için beden eğitimi ve terbiyesini sağlamaktır. Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.’’

Böylece ona spor yolunu açarak ikinci bir hayat hediye etmiş oldular. Rahmetli babası, ‘bu sağlam vücuda, sapasağlam eğitim almış bir de kafa gerekir’ diyerek kızını okuttu, mimar yaptı. ‘’İstenirse ikisi de oluyormuş’’ dedirtti herkese..

Gülserin 2.07’lik boyuyla gittiği her takımda, şampiyonluk ibresini otomatikman değiştiren bir oyuncu olduğu kadar; aklı, ahlakı ve kültürü ile de ‘ideal kız sporcu’ modeli oluşturmuştu. Salonlar maçtan ziyade onu seyretmeye gelenlerle doldu, boşaldı. Hayatında basketbol seyretmemiş ve spor salonlarına gitmemiş ne kadar insan varsa, onun vasıtasıyla sporla ve kız sporcuyla tanıştı. İlk başlarda, gelenlerin büyük kısmı açık ağzını kontrol edemeyen, bu ağızdan çıkanı da duymayan ahaliydi. Saflık ve eşeklik başka şeylerdir. Maçlar boyunca ‘yuh deve, hayvan, bu ne biçim insan’ diye yüksek sesle laf atanlara dayandı Gül… Kimi zaman kızarak, gücenerek, kimi zaman kibarca uyararak, kimi zaman da duymazdan gelerek, gönül verdiği sporunu yapmaya devam etti.

 

Bir keresinde, çarşıda yürürken, onu dev ölçüleriyle birdenbire karşısında gören bir anne, ‘tıp’ oynar gibi kalakalmıştı. Toparlanıp yanında zırıl zırıl ağlayan kızını azarladı:

‘’Sus kız, bak seni bu öcüye veririm’’.

 

Gül’ün gözlerinde hep bulutları, yüreğinde de hep ateşleri oldu. Yine de tek bir gün bile gözönünden kaçmayı, gücenip kenara çekilmeyi düşünmedi. İnsanların kendisine özensiz ve çekincesiz davranmayı kendilerinde hak görmelerini de koca yüreğiyle affetti. Sadece O değil. Onun gibi bir avuç kız sporcunun yüce bir amacı oldu her zaman: Sporu sevdirmek, yaymak, özendirmek ve kız sporcular yetişmesine önayak olmak. Her biri bunun için dev bir yürek koydu ortaya.

Yetmişli yılların başı… Günlerden bir gün….

 

Yozgat’ta oynanacak bir kız basketbol maçını tüm kent duymuş ve akın akın spor salonunu doldurmuştu. Maça kadınların geldiği o güne kadar görülmemişti. Aileler, eğlenceli bir aktivite olacağını var sayarak sanki ‘şehre sirk gelmiş’ gibi, binbir merakla tribünlerde yerlerini aldılar. İşin en ilginci Gül’ün varlığından çok; o günün çağdaş eğitim anlayışının ve spora verilen değerin en büyük göstergesi olarak o tarihte Yozgat’ın da Gülserin’in karşısına çıkaracağı bir kız basketbol takımı vardı! Her ne kadar yerli halkın kendi takımından haberi yoksa da, zaten amaç maçı seyretmek değildi.

1.60 boy ortalaması ile Yozgat kız takımı oyuncuları, 2.07 lik Gül’ü görünce yüzleri pek gülemedi! Yetmiyormuş gibi bir de salonun, hatta ilin tarihinde hiç görülmemiş olan bir kalabalıkla karşılaşınca, yüzlerindeki son pembelik de uçtu gitti gariplerin. Ama bu bir dostluk maçıydı, sporu tanıtma ve sevdirme amacı taşıyordu, elbette tolere edilecekti.

Maçın başlamasına dakikalar kalmıştı. Her şey tamamdı ama küçük bir sorun vardı. Kızlar maça eşofmanlarıyla çıkmak istiyor ve bunda ısrar ediyorlardı. O tarihte kız sporcuların kıyafeti, iç çamaşırı benzeri siyah kalınca bir ‘mus külot’ ve üstüne giyilen forma şeklindeydi.

Misafir oyuncular, başta takım kaptanları Gül olmak üzere: ‘‘Her sporun kendisine ait prensipleri vardır ve kendisini tanımlayan bir kıyafetle temsil edilir’’ diyerek, maçın her ne olursa olsun spor kuralları içinde yapılmasını savundular. Dakikalarca süren tartışma sonucunda da geri adım atmadılar, oyunu başlatmadılar. Yozgatlı kızlar maçın kendine has forması ile yapılmasının bir disiplin gereği olduğunu bilse ve kendi aralarındaki maçlarda da bu kuralı uygulasa da; koca şehrin kalabalığının önüne çıkmak fikri onları ürkütüyordu. Sonunda bu küçük ilin büyük takımı medeni cesaretini gösterdi. Yüce gönüllü oyuncular, oluşabilecek her türlü tepkiyi göze aldılar ve yenileceklerini bile bile ‘spor elçiliği’ adına sahaya çıktılar.

Neşe içinde dostça kardeşçe bir özel maç oldu.

 

O cici kızların hepsi şimdi anne, hatta anneanne. Kim bilir neredeler, nasıllar? Bilinen ve emin olunan tek gerçek, onlar gibi aydınlık kadınlardan her birinin, kendileri gibi spora sevdalı evlatlar yetiştirip Türk sporuna hediye ettiği.

Gül ile birlikte ülke genelindeki bir avuç cesur yürekli kız, o dönemde ateşledikleri meşaleyle, sporun sevdirilmesinde, yayılmasında, özendirilmesinde ve çağdaşlık kapılarının açılmasında büyük rol oynadılar. Bir taraftan bayrağı kendilerinden sonra gelenlere devrederken, diğer taraftan da bu alandaki öncüler olarak isimlerini spor tarihine kazıdılar.