Türkiye’nin 200 yıllık modernleşme tarihi bir taraftan Avrupa ile mücadele ederken diğer taraftan Avrupa ailesinin eşit bir üyesi olması çabasıdır. Sovyet tehdidi karşısında 1945 sonrasında NATO şemsiyesine girerek kendini askeri açıdan güvenceye alan Türkiye, 1959 yılından beri AET üyesi olma çabasındadır. Burada amaç, Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını hızlandırmak, Türkiye ekonomisi için kaynak yaratmaktır. AB tarihindeki en uzun üyelik sürecinin hikayesi olan Türkiye-AB ilişkileri, inişli bir çıkış izlese de günümüze kadar geldi. Geçen yıl Türklerin AB ülkelerinde dolaşımının kolaylaştırılması gündemde iken, bu yıl ilişkiler gerildi. Bırakın dolaşım serbestisini ipler kopmak üzere… Türk dış politikası ne yazık ki son yıllarda Cumhuriyetin geleneksel istikrarlı ve barışçı dış politikasının dışına çıkarak, istikrarsız ve kaygı verici bir seyir izliyor.

Ülke içerisinde yaşanan son gelişmeler ve özellikle 16 Nisan referandumu hakkında Avrupa’nın önemli düşünce kuruluşlarından biri, bir rapor hazırladı. Komisyon’un adı: Venedik Komisyonu…

Komisyon hakkında Anayasa Mahkemesi’nin sitesinde şu bilgi yer alıyor:

“Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu ya da daha çok bilinen adıyla Venedik Komisyonu, Avrupa Konseyi’nin anayasal konularda danışma organıdır. Bir nevi Avrupa Konseyi bünyesinde ‘bağımsız düşünce kuruluşu’ gibi çalışmaktadır”.

Avrupa Konseyi ise, Avrupa’da insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak amacıyla 1949'da oluşturulmuş olan hükümetler arası bir kuruluştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa Konseyi'ne bağlı olup AB’nin bir organı değildir.

Komisyonun hazırladığı rapor 30 sayfa… Raporu şöyle özetlemek mümkün:

- Ülkeler istedikleri yönetim biçimini seçme hakkına sahip olmakla beraber, seçtikleri sistem güçler ayrılığı ve hukuk devleti ilkelerine (yani demokrasiye) dayanmalıdır. Bunu sağlamanın yolu da yeterince denge ve fren mekanizmalarına sahip olmaktan geçer.

- Yapılmak istenen değişiklik, Türkiye’nin köklü parlamenter demokrasi geleneğinden keskin bir ayrılış anlamına gelecektir.

-Demokratik başkanlık sistemlerinin temeli güçler ayrılığına dayanır. Ancak Türkiye’de getirilen yeni sistem güçler ayrılığı ilkesine dayanmamaktadır. Başkanın yürütme gücünü tek başına kullanması, atama ve görevden alma yetkilerinin denetimsiz olması, bürokratların atanma ve görevden alınmasına tek başına karar vermesi güçler ayrılığı açısından sorunlu konulardır.

-Başkanın yokluğunda (istifa, ölüm, hastalık vs…) ülkeyi aynı yetkilerle yönetecek başkan yardımcısı halk tarafından seçilmemiş biri olacak. Başkanın atadığı bu kişinin de demokratik meşruiyete sahip olduğu söylenemez.

-Başkan, başkan yardımcısı ve bakanlar sadece yüce divan yoluyla hesap verebilecekler. Yüce divana gönderilmenin zorluğu (gerekli 2/3 çoğunluğu bulmanın zorluğu, Meclis üzerinde başkanın belirleyici etkisi bunu imkansız kılmaktadır. Üstelik yüce divanın belirlenmesinde de başkanın ciddi bir ağırlığı vardır. Yasama ve yargı organında başkanın belirlediği isimler başkanı yargılayabilir mi?) Sonuç olarak çok zayıf bir denetleme yöntemi vardır.

-Başkanın parti üyesi ya da genel başkan olması nedeniyle milletvekili adaylarını belirleyeceğinden yasama organı üzerinde de egemen olacaktır. Bu yasamayı yürütmenin etkisi altına sokacaktır.

-Başkana parlamentoyu feshetme yetkisinin verilmesi, demokratik başkanlık sistemlerine oldukça uzak bir uygulama olarak dikkat çekmektedir.

-Anayasa paketinde başkanlık iki dönem kuralı olsa da, başkan üçüncü bir dönem için seçilme hakkına da sahip.

-Başkan, başkanlık kararnameleri ile ülkeyi yönetebilecek. Bu yasama organının işlevsizleştirilmesine hizmet edecektir.

-Başkan OHAL ilan edebilecek, bu süreçte hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) ülkeyi yönetebilecektir.

- Önerilen anayasa değişikliği ile Türkiye’de yargıyı güçlendirmeyecek aksine zayıflatacaktır. Yeniden yapılandırılacak HSYK üyelerinin tamamının belirlenmesinde Başkanın etkisi olacak. Artık hiçbir HSYK üyesi yargı mensupları tarafından seçilmeyecektir. HSYK, savcıları ve hakimleri atama, terfi, yer değiştirme ve ihraç yetkisine sahiptir. Bu yetkilere sahip kurul üzerinde başkanın sahip olduğu etki, tüm yargı mensuplarını kontrol imkanı sağlayacaktır.

-Yapılan anayasa değişiklikleri ile yargının bağımsızlığını zayıflayacaktır. Yargının yürütmeye ilişkin denetleme yetkisi giderek daha da zayıflayacaktır.

-Anayasa değişiklik paketi, Türkiye’ye otoriter rejimi engelleyebilecek fren ve denge mekanizmalarının bulunmadığı bir başkanlık sistemini getirecek gibi görünüyor.

-Anayasa değişikliğine ilişkin süreç, -hem parlamentoda ele alınışı ve hem de referandum süreci itibarıyla- OHAL etkisi altında yaşanmaktadır. Değişikliğe muhalif olanların ifade ve toplanma özgürlüklerine önemli sınırlamalar getirilmiştir ve getirilmektedir. Özellikle gazetecilik açısından özgür bir ortam bulunmadığı gibi, referandum kampanyasının kapsayıcı ve demokratik bir ortamda yapılma imkanı sorgulanmaktadır.

-Sonuç olarak Venedik Komisyonu, önerilen anayasa değişikliklerinin Türkiye'nin anayasal demokratik geleneğinden geriye doğru tehlikeli bir adım olduğu görüşündedir. Venedik Komisyonu önerilen sistemin otoriter ve kişisel bir rejime götürecek bir yozlaşmaya yol açacağı endişesindedir. Buna ek olarak, devam etmekte olan olağanüstü hal, anayasa referandumunda vaat edilen demokratik ortamı sağlamamaktadır.

1990 yılında kurulan bu bağımsız düşünce kuruluşunun tespitlerini siyasi ve taraflı olarak değerlendirmek çok da doğru olmayacaktır. Tarihe düşülen bu notu ve uyarıyı dikkat almak gerektiği fikrindeyim.

Hollanda ile başlayan ve giderek Avrupa ülkeleriyle yaşanmaya başlayan gerilim ile ilgili olarak birkaç cümle söylemek isterim. Bunlardan birincisi Türkiye’deki evet-hayır kampanyası eşit şartlarda mı yürütülmektedir? Bu sorunun cevabı evet olmasa gerektir. İkinci olarak, 2004 yılı Nisan ayında Annan planı Kıbrıs’ta oylanacakken Denktaş’a, “Ne anlatacaksan Kıbrıs’ta anlat!” denmiş midir? (Milliyet, 13 Nisan 2004) Denmiştir…