Osmanlı’nın çöküş nedenleriyle ilgili olarak çok şey söylenebilir. Ancak ana neden tarım toplumundan sanayi toplumuna geçemeyiştir. Fransız Devrimi’nin ve Sanayi Devrimi’nin getirdiklerini ıskalamaktır. Elbette bunun pek çok nedeni vardır. Söz konusu nedenler arasında iaşeye dayalı, ithalatı teşvik eden ve üretimi/ihracatı teşvik etmeyen ekonomik sistem başta gelmektedir.

Milli Mücadele’nin ardından Cumhuriyet yönetiminin temel hedefi topyekun bir modernleşme hareketiydi. 1923’te Mustafa Kemal bunu şöyle ifade etmişti:

“Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı iktisat ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı alan bir devlet olmayacaktır. Ama, yeni Türkiye devleti bir iktisat devleti olacaktır” .

Yukarıdaki ifadeler Osmanlı’dan köklü bir kopuşu ifade ediyordu. Fetih ve cihat, haraç, toprak elde etme geleneğinin yerini üretime dayalı, sanayileşmeyi hedefleyen bir ekonomik modelin alması ana hedefti. Çalışmak ve üretmek, Kurucu Baba’nın temel amacıydı:

“Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar”.

Üretmenin önemi her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Nitekim 1,8 milyar nüfusa sahip İslam dünyasının toplam üretiminin 80 milyonluk Almanya’nın gerisinde olması manidardır.

1920’li yıllar geleneksel toplumun kurumlarının birer birer ortadan kaldırıldığı yerlerine modern toplumun kurumlarının getirildiği, eğitim ve hukuk sisteminin sekülerleştirildiği, ekonominin millileştirildiği yıllar oldu.  

1923’te ortaya konan hedefler yaklaşık 100 yıl sonra bugün de geçerliliğini koruyan hedeflerdir:

n  Milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek: Demokrasi

n  Türkiye’yi asri bir devlet halinde yükseltmek: Çağdaş bir devlet olmak

n  Türkiye’de bütün kuvvetlerin üstünde kanunun velayetini hakim kılmak: Hukuk Devleti

Bir taraftan eğitim ve kültür seferberliği, diğer taraftan demokrasinin altyapısı hazırlamaya yönelik adımlar birbirini takip etti. Onları da yoğun sanayileşme çabası izledi:

n  Alpulu Şeker Fabrikası (1926)

n  Uşak Şeker Fabrikası (1926)

n  Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)

n  Eskişehir Şeker Fabrikası (1933)

n  Turhal Şeker Fabrikası (1934)

n  Bakırköy Bez Fabrikası (1934)

n  Konya-Ereğli Bez Fabrikası (1934)

n  Kayseri Bez Fabrikası (1934)

n  İzmit Birinci Kağıt ve Karton Fabrikası (1936)

n  Karabük Demir-Çelik Fabrikası (temel atma, 1937)

n  Ereğli Bez Fabrikası (1937)

n  Gemlik İpek Fabrikası (1938)

n  Bursa Merinos Fabrikası (1938)

Kurulan fabrikalar ithal ikameci bir modeli temel alıyordu, yani dışarıdan ithal edilen ürünleri içeride üretmek, parayı dışarıya kaptırmamak… Yayıldıkları alanları şu başlıklarda toplayabiliriz (Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı):

n  Kimya Sanayisi

n  Toprak Sanayisi

n  Demir Sanayisi

n  Kağıt ve Selüloz Sanayisi

n  Kükürt Sanayisi

n  Süngercilik

n  Pamuk Mensucat Sanayisi

n  Kamgarn Sanayisi (Merinos)

n  Kendir Sanayisi

Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı yıllarında asker sayısı yaklaşık 10 kat arttırmış ve toplamda ordudaki asker sayısı bir milyonun üzerine çıkmıştı. Ülke nüfusunun 20 milyonu bulmadığı bir ortamda büyük bir yüktü bu. 1939-45 yılları arasında Türkiye ekonomisini 1930’larda kurulan sanayi kuruluşlarıyla ayakta tutabildi.

1930’lar Türkiyesinde sanayileşme bir milli varlık meselesiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu sanayileşmezlerse yok olacaklarını biliyordu. 1936 tarihli İkinci Sanayi Planı’nda dönemin İktisat Vekili Celal Bayar, “Türkiye için endüstrileşme bir milli varlık savaşıdır, bir milli müdafaa mücadelesidir ve hiç bir fedakarlık ve sıkıntı bu milli mücadelenin neticesiyle mukayese edilemez” diyordu.

Sözü edilen sanayileşme hedefinde devlet ve özel sektörün birlikte hareket etmesi, dönemin pragmatik devletçilik anlayışının bir sonucuydu. Dönemin devletçilik anlayışı iki temele dayanıyordu:

n  Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı,

n  Yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü.

Devletçiliğin gerekçesi şöyle açıklanıyordu:

“Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik istiklalini temin edecek, milleti ecnebi fabrika mahsullerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun iptidai maddelerini yok pahasına satıp onların ecnebi mamullerini çok pahalı bir fiat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve tatbik ile mümkün olabilirdi.

Yeni Türk devleti bunu temin için en esaslı tedbirlerini aldı.

Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini tanzim etmek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine mahsus zaruri olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısile maliyet fiatındaki yükseklikten doğan nisbî pahalılığı korumak için dahili sanayi himaye etmek lazımdı.

Bu, hariçten gelecek mallara fazla gümrük resmi koymak, ecnebi malların ithalatını tahdit ve tanzim etmekle mümkün olabilir. Bu himaye prensibi Büyük Millet Meclisi’nin vazettiği kanunlarla temin edildiği gibi Devletin tanzim edici elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve tediye muvazeneleri temin edilmiş ve dünya piyasalarında Türk toprak mahsullerinin yeri gittikçe genişlemiştir.

… Cumhuriyet Halk Partisi’nin Devletçiliği, hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere imkan vermeyen, mülkiyet haklarını tanımayan ve bütün iktisadi faaliyetlerle her türlü istihsal vasıtalarını Devlet elinde teksif eden Kolektivist ve toptan Devletçilikle asla alakalı değildir”.

Sadece ekonomik kalkınmayı değil, toplumsal kalkınmayı da hedefleyen topyekun kalkınma modeli, yurttaş ve birey temelli bir Cumhuriyet projesiydi.

Cumhuriyetin ithal ikameci sanayileşme politikası, 1945 sonrasında ciddi kırılmalar yaşasa da 1980’e kadar devam etti. 1980’den günümüze kadar geçen süreçte ülkeyi yönetenler üretimi değil tüketimi temel olan bir tarzı benimsedi. Son yıllarda ise Türkiye’nin büyümesinde etkili olan ana etken inşaat sektörü oldu. Kentlerin ve tarımsal alanların yağmalandığı, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında zorluklarla kurulan fabrikalar özelleştirildi, kapatıldı ve birer AVM’ye dönüştü ve dönüşmekte…

Örnekleyecek olursak kapatılan Ankara Havagazı Fabrikası’nın yıkılarak yerine AVM ve otel yapılma projesi, Adapazarı Şeker Fabrikası’nın yerine AVM ve rezidans yapılma projesi, Adana Tekel Fabrikası’nın yerine AVM yapılma projesi, Samsun Tekel Tütün Fabrikası’nın AVM yapılması…

Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan fabrikalarda makineler için söylediği “makine sesi musikidir” ifadesi dönemin zihniyet dünyasının yansımasıydı.  

 

Türkiye bugün içinde bulunduğu darboğazdan kurtulmak istiyorsa alt kimlikleri her şeyin –özellikle siyasetin- merkezine koymayı bırakmalıdır.  Vicdan ve ahlak yoksunluğunu gidermelidir. Vatan ve millet duygusunu yeniden inşa edilmelidir. Laik demokratik cumhuriyet ve üniter ulus-devlet yapılanmasının dışında bir toplum mühendisliğine girişilmemelidir.  Kentleri inşaata boğmayacak ama kent kültürünü inşa edecek bir dünya görüşü benimsemelidir. Ekonomisinin merkezinde inşaat olmamalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi ithal ikameci ve ama aynı zamanda ihracata dayalı bir ekonomik sisteme geçmelidir. 1923’ün üzerinden 100 yıl geçerken, 2023 için hedef arayacaksak önümüzde 1923’ün hedefi var: Demokrasi, Çağdaş bir devlet ve toplum ile Hukuk Devleti… Orta ve uzun vadede de tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek…