Mustafa Kemal ve kuşağı, geç Osmanlı-erken Cumhuriyet döneminin insanlarıydılar. 1878’den 1918’e imparatorluğun dağıldığını gördüler. Ve bu dağılmanın tarihsel, siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerini biliyordular. İmparatorluğu kurtarmak mümkün olmasa da buradan demokratik bir ulus devlet çıkarmayı başarabildiler.

Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen bu kuşakidealistti… Yaşadıkları üç büyük travmaya, uğradıkları ihanete (Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Damat Ferit, Vahdettin) rağmen umutlarını hiç yitirmediler. İmparatorluğun son 40 yılında yaşadıkları üç büyük travmayı şöyle sıralamak mümkün:

1. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı

2. 1912 Balkan Savaşı

3. Birinci Dünya Savaşı

Osmanlı’nın ağırlıklı olarak Balkanlara dayanan bir imparatorluk olduğu, İttihat ve Terakki’nin Balkanlar’da (Selanik, Manastır) doğduğu hatırlanacak olursa travmanın büyüklüğü daha kolay anlaşılacaktır. Kayıp sadece Balkanlardan ibaret de değildir; İttihatçıların kutsal şehirleri Selanik ve Manastır’ın yanı sıra İslam dünyasının kutsal şehirleri Kudüs, Mekke ve Medine gibi yerler de kaybedildi. Bu kaybı Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı kitabında iç burkan, duygusal bir dille ve hayıflanarak anlatır.

Mustafa Kemal Paşa, Mondros’un imzalanmasından birkaç ay önce, 1918 yazında tüm umutsuzluklara, karamsarlıklara rağmen Ruşen Eşref’e şunları yazmıştı:

“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız, aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür.”

Mondros’un imzalanmasının üzerinden iki hafta geçtikten sonra, İtilaf devletleri donanması İstanbul’a demirledi. Aynı gün (13 Kasım 1918) İstanbul’a Suriye’den dönüş yapan Mustafa kemal Paşa, kendine ve milletine duyduğu güvenle, “Geldikleri gibi giderler” diyebilmişti. Çünkü umutsuz durum yoktu, umutsuz insan vardı. Oysa Mustafa Kemal, umutsuz olacak insan değildi.

Mustafa Kemal ve kuşağı, Tanzimat döneminde, bu dönemin öncesinde ve sonrasında açılan okullarda yetiştiler. Bu okullar, devlet bürokrasisinin temel dayanak noktaları oldular: Harbiye, Mülkiye, Askeri Tıbbiye… Söz konusu kuşak 1877-1878 yıllarında yaşanan ilk travma döneminde doğmuşlardı(1876-1884): Mustafa Kemal, İsmet, Fevzi, Kazım Karabekir, Refet, Rauf ve Ali Fuat.

Söz konusu isimlerde hem Batı’daki gelişmelerin etkisiyle ve hem de Namık Kemal gibi aydınların etkisiyle vatan ve millet duyguları Padişah’a bağlılığın yerini almıştı. Mülk, vatana dönüşmüştü. Bunu dönemin aydınlarının, bürokratlarının yetiştiği okulların marşlarında bile bulmak mümkündür:

Mülkiye marşında:

"Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz"

Harbiye marşında:

"Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,

Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız"

Ben İzmir Namık Kemal Lisesi mezunuyum. Öğrenciliğimizde şu marşı okurduk:

“Biz Namık Kemalliyiz,

İlim bizde, şan bizde.

... 

Bizlerle yükselecek, 

Yurdumuz Anadolu”

Bu idealist kuşağın en büyük derdi devleti kurtarmaktı. Bunlar başlangıçta İttihatçıydılar, sonra Kemalist… Çoğu 1912’de Birinci Balkan Savaşı yenilgisi neticesinde Balkanların kaybının da etkisiyle kurulan Türk Ocağı kökenlidir. Milliyetçidirler. Oradan ideolojik olarak savrulmuşlardır. Şevket Süreyya Aydemir, Türkçülükten Bolşevizme oradan Kemalizme yönelmiştir. Aynı durum Mustafa Suphi için de geçerlidir. O da Türkçülükten Komünizme yönelmişti. Elbetteki burada Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet, Mehmet Akif gibi isimleri de anmak gerekir. Dolayısıyla ideolojik yelpaze geniştir. Hepsinin tek derdi ülkeyi kurtarmaktır. Buradan kaynaklanan pragmatizm ideolojilerine de yansımıştır.

1923’te Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı sosyal ve ekonomik mirasın özetini 1927 yılında basılan 1 liranın arka yüzünde görebilmek mümkündür: Karasabana dayalı bir ekonomi:

Devralınan eğitim mirasının da 1923 yılı itibarıyla ülke genelinde ondan kalır yanı yoktu:

Yukarıdaki iki fotoğraf Osmanlı’nın neden çöktüğünü anlatmak için başka şeye ihtiyaç olmadığını açık bir şekilde gösterecek yeterli veriye sahip.

Bu miras üzerine 1923’te Cumhuriyeti kuran kuşağın kurtuluş ve kuruluş/devrimler aşamasından sonra önüne koyduğu ütopyayı şöyle özetlemek mümkündür:

1. Milli hakimiyetin, halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek/Demokrasi

2. Türkiye’yi asri bir devlet haline yükseltmek/Çağdaş bir devlet ve toplum olmak

3. Türkiye’de bütün kuvvetlerin fevkinde kanun velayetini hakim kılmaya çalışmak/Hukuk Devleti 

Cumhuriyetin 100. Yılı yaklaşırken, Atatürk’ün vefatının üzerinden neredeyse 80 yıl geçmişken konan bu hedefe ne kadar yaklaşabildik? Yolun neresindeyiz? Hele son yıllarda yaşananlara baktığımızda bu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor. 
Dönemin kuşağı özgürlükçü ve demokratik bir kültüre sahipti. Örneğin 1924 Anayasa tartışmaları bunun iyi bir özetidir. Meclis, 1920’de elde ettiği gücü, yani kendinin üzerinde hiçbir güç tanımama isteğini kıskanç bir şekilde korudu. Meclis sahip olduğu gücü kimseyle paylaşmak istemedi.
1921 ve 1924 Anayasaları sonraki dönem anayasalarından farklı olarak TBMM’de kabul edildiler. Demokratik bir ortamda tartışıldılar. 1924 Anayasa görüşmeleri, aynı yılın ilk aylarında yapıldı. En çok tartışılan konu, Cumhurbaşkanına Meclisi feshetme yetkisinin verilmesiydi:
 
Madde 25: Meclis kendiliğinden intihabatın tecdidine karar verebileceği gibi, Reisicumhur da hükümetin mütalaasını aldıktan sonra esbabı mucibesini Meclise ve millete bildirmek şartıyla buna karar verebilir.
 
Söz konusu maddeye tepkiler gecikmedi. İlk olarak söz alanlardan biri Saruhan milletvekili Reşat Beydi: 
 
Arkadaşlar, bendeniz arzuyu, heyecanı ve şahsi kanaatimi şu suretle hulasa edeceğim. Maruzatım uzundur. Fakat bazıları mütehassıs oluyorlar. Müteessir oluyorlar. Kanaatı katiyem şudur ki farzı mahal olarak Allah Reisicumhur olsa, kati arzediyorum, kestiriyorum (Haşa sesleri) Haşa… melaikei kiram heyeti vekile olsa fesih selahiyetini verecek yoktur. (alkışlar).
 
İzmir milletvekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ise şunları söylüyordu:

Efendiler, en mutlak meşrutiyetlerde bile Kral, hükümdar tacidarbehemhal bir ayan meclisinin reyini almak mecburiyetindedir. Nerede kaldı ki biz; cumhuriyetimizin en asri bir şekilde olduğunu iddia ediyoruz. Ve “ Bilakaydü şart hâkimiyet, millete aittir.” diyoruz. Ve sonra bu kadar büyük bir kuvvet içinde intihap ettiği Reisicumhur yine içinden intihap ettiği kabinenin reyini alarak feshedebilmektedir.
Rica ederim. Bundan büyük darbe, bütün Teşkilatı Esasiye, bütün hukuku Esasiye tarihi içinde ne vakit irtikap etmiştir? (Bravo sesleri)
Efendiler, iyi bir hükümet gelir, iyi bir reisicumhurumuz vardır. Bunlara riayet eder. Doğrudur. Fakat mesele bir reisicumhur meselesi değildir. Bütün bir Türk mukadderatı meselesidir. (Bravo sesleri).
 
1924 yılında kurtarıcı ve kurucu öndere gösterilen bu direnç, bugünün TBMM’sinde gösterilebilir mi? II. Abdülhamit’in(1878’de) ve Vahdettin’in (1918 ve 1920’de) parlamentoyu feshetme yetkisinin geçmişte yol açtığı sorunlardan yola çıkarak milletvekilleri bu yetkiyi cumhurbaşkanına vermek istemediler. Bu yetkiyi vermeye karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saracoğlu, Çankaya’ya davet edildiler. Atatürk’ü ikna ederek Meclis’e döndüler. Cumhurbaşkanına Meclis’i feshetme yetkisi verilmedi. Üstelik bu tarihten 6 ay sonra Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanı oldu. Günümüz Türkiye’sinde böyle bir şey mümkün müdür? İktidara mensup milletvekili böyle bir tavır sergilediğinde bırakın bakan olmayı, bir sonraki seçimde tekrar milletvekili olabilir mi? Üstelik hain, dış mihrak vb. ilan edilmemeleri mümkün mü?
Ancak aynı Meclisin bazı kısıtlılıkları da vardı: Örneğin kadınlara seçme seçilme hakkı verilmesine pek de sıcak bakmadı. Anayasa taslağının 10. Maddesinde “30 yaşını tamamlayan her Türk seçilme hakkına sahiptir” denilmekteydi. İlk olarak Beyazıt milletvekili Şefik Bey söz aldı. Metinde erkek vurgusu istedi; kadınlara yönelik bir hak tanımaya karşı çıktı. “30 yaşını tamamlayan her erkek Türk seçilme hakkına sahiptir” şeklinde yapılan değişikliği milletvekilleri alkışlarla kabul ettiler. Recep Bey (Kütahya) söz alıp, “Ayıp yahu, alkışlamayın bari”dedi… Özetle Mustafa Kemal’in devrimleri kademe kademe yapmak zorunda kalmasının nedeni, devrimleri sadece topluma değil, ülkenin seçkinlerine de kabul ettirmekte zorlanmaktaydı. Özellikle kadınlarla eşit olmak dönemin seçkinlerinin bile pek de kabul edebildiği bir durum değildi. Nitekim bu nedenle önce 1926’da medeni kanun ile hukuk önünde eşitlik sağlandı, sonra belediye seçimlerinde seçme ve seçilme (1930), en sonra da milletvekili seçme ve seçilme hakkı (1930)… Bunlar ancak sekülerleşen/laikliği benimseyen bir toplumda söz konusu olabilirdi. 
Dönemin kuşağı hümanistti… 1926’da ülkeyi kurtaran ve Cumhuriyeti kuran kadronun bir bölümü tasfiye edildi. A takımı diye tanımlayabileceğimiz kadrodan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele, kansız bir şekilde siyasal yaşamın dışına çıkarıldılar (Fransız ve Sovyet devrimlerinde yaşanan kanlı tasfiyelerle Türk Devrimi’ndeki tasfiyeleri karşılaştırmak anlamlı olacaktır!). Çünkü modernleşme sürecinin köktenci boyutuna direnç göstermişlerdi. Yönetimde Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar kaldı. Modernleşme süreci büyük ölçüde başarıldıktan sonra tasfiye edilenler kademeli olarak siyasal yaşama döndüler. Atatürk, Cebesoy ile Bele’yi milletvekili olarak parlamentoya alırken, İnönü de Karabekir ve Orbay’ı parlamentoya dahil etti. Dolayısıyla Atatürk’ün muhaliflerle barışma politikasını İnönü de sürdürdü. Üstelik 1938’de Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce 150’liklerin affı da bu kapsamda değerlendirilmelidir.   
150’liklerin ihaneti 1938’de affa dönüşürken, Ali Kemal vatana ihanetinin bedelini ağır bir şekilde ödedi… Eşi, oğlunu alıp İsviçre’ye gitti. Oğlu, Zeki Kuneralp’ti… İsviçre’de eğitim aldı. İsviçre vatandaşı olmasına rağmen Türkiye’ye dönmek ve askerliğini yapmak istedi. Askerliğini yaparken bir gün gazetede Dışişleri bakanlığının memur alacağını okudu. Komutanından izin aldı, gidip sınava girdi ve başarılı oldu. Birkaç dil bilmesi onun lehine olmuştu. Ancak Ali Kemal’in oğlu olduğu anlaşılınca konu İsmet İnönü’ye aktarıldı. Elenmesi bekleniyordu. Bu beklentiyle gelenlere İnönü, “babası Ali Kemal’se ne yapalım?” diyerek kızdı. Bu sayede Dışişlerine ilk adımını attı Zeki Kuneralp… Kuneralp’in yanı sıra oğlu Selim Kuneralp de Türkiye Cumhuriyeti’ne büyükelçi olarak uzun yıllar hizmet etti… 
Bu hümanist kuşak, Cumhuriyeti kanla, irfanla kurdu ama kinle kurmadı…
O hümanistlik kendini İkinci Dünya Savaşı yıllarında da gösterdi. Asker sayısını 10 kat arttırmak zorunda kalan Türkiye, bu nedenle açlık ve kıtlık çekmesine rağmen Alman işgalinden kaçan Yunanlı sığınmacılara kapılarını açtı. Bu ekmeğin karneye bağlı olduğu bir ülkede yapılıyordu. Bu olumsuz koşullar Türkiye’nin Yunanistan’a gıda yardımında bulunmasına da engel teşkil etmedi. 
Bu kuşak barışçıydı… Yurtta sulh cihanda sulh için çalışıyoruz, politikasını benimsemişlerdi. Bu bağlamda barışçı bir kalkınma politikasını benimsediler. Birinci Dünya Savaşından ders çıkararak İkinci Dünya Savaşından uzak durdular. Üstelik bunu dünyanın büyük bölümünün sömürge olduğu ve Avrupa’nın diktatörlüklerle (Hitler, Mussolini, Franco, Salazar, Stalin…) yönetildiği bir dönemde başarabildiler. 
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda dış dinamiklerden ziyade iç dinamiklerin etkisiyle, Kurucu Baba’nın Demokrasi Devrimi hayalini İnönü gerçekleştirdi. Atatürk’ün mirasının bir bölümünü de Ordu’nun siyasetten uzak durması oluşturuyordu. Yine İkinci Meşrutiyet’ten ders çıkararak 1924’te Ordu tamamen siyasal yaşamın dışına çıkarıldı. Bu büyük ölçüde 1960’a kadar etkisini sürdürdü. 
Günümüzde Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları aşacağı ve 200 yıllık çağdaşlaşma mirasının -bazı sorunlar yaşasa da- devam edeceği şüphesizdir. 1923’te Atatürk’ün ortaya koyduğu demokrasi, çağdaş bir toplum ve devlet ile hukuk devleti ütopyasının gerçekleşeceğinden de endişemiz yoktur. Tek ihtiyacımız çalışmak ve Kurucu Baba’nın izinden gitmektir. Muhtaç olduğumuz kudret, tarihimizde mevcuttur.