Üç büyük dinin kutsal kenti olan Kudüs, Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın en kadim kentlerinden biri… Eski Kudüs olarak tanımlanan bölgede Müslüman, Musevi, Hıristiyan ve Ermeni mahalleleri mevcut. Eski Kudüs’ün etrafı ise kalın, taş duvarlarla çevrili durumda. Mekke ve Medine’den sonra Kudüs, Müslümanlar için en kutsal üçüncü kent olarak tanımlanabilir. 

Müslümanlar için en kutsal yerlerden biri kabul edilen Mescid-i Aksa ve Kubbet'üs Sahra'nın bulunduğu Harem-i Şerif, Doğu Kudüs'te… Müminler Hz. Muhammed'in buradan göğe yükseldiğine inanıyor. Museviler ise Mescid-i Aksa'nın hemen altında yer alan ve Hz. Süleyman döneminde yapılan tapınağa ait olduğuna inanılan Ağlama Duvarı, Museviliğin en kutsal mekanı olarak kabul ediliyor. Hıristiyanlar, Kudüs'te bulunan Kutsal Kabir Kilisesi'nde İsa Peygamber'in çarmıha gerildiğine ve burada defnedildiğine inanıyor.  Bu kilise, aralarında Rum Ortodoks Patrikhanesi, Roma Katolik Kilisesi ve Ermeni Patrikliği'nin de olduğu farklı mezheplerin temsilcileri tarafından yönetilmektedir. Burada egemen olmak isteyen Hıristiyanlığın çeşitli kolları arasında kanlı çatışmalar da geçmişte yaşanmıştı. 

Üç semavi dinin kutsal mekanı olması, kentin tarih boyunca saldırılara uğramasına ve savaşlara sahne olmasına yol açtı. İslam tarihi açısından bakacak olursak bunun ilki Müslümanların kenti almalarıdır. Kentin Müslümanların eline geçmesi, 11. Yüzyıl sonunda başlayan ve birkaç yüz yıl süren haçlı Seferlerinin tetikleyici nedenlerinden birini oluşturdu. Hıristiyanlar, kenti Müslümanlardan almak istedi. Başardılar da. Ancak Selahattin Eyyubi liderliğindeki Müslümanlar kenti geri aldı. Kent 1517 yılında Osmanlıların eline geçti. 400 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Pax Ottomana olarak tanımlayabileceğimiz Osmanlı Barışı’nın bir parçası oldu. 

Yavuz Sultan Selim, 1516 yılında Arap topraklarına doğru imparatorluğu genişletmeye yöneldiğinde önce Suriye’yi ardından Mısır’ı aldı. Bu hamlesinin ardında -Kutsal toprakları almaktan ziyade (Mekke, Medine, Kudüs…)- İpek ve Baharat yollarını tamamıyla kontrol altına almak ve imparatorluğun zenginliğini arttırma amacı vardı. Ancak amaç bundan ibaret de değildi. Hint Okyanusuna ulaşarak –Akdeniz’in/İslam dünyasının aracılığını ortadan kaldırma ve- baharatı doğrudan elde etme amacındaki Portekiz’i durdurmayı da hedefliyordu. Ancak bunu başarmaya gücü yetmedi. İnsan kaynakları, sermaye birikimi vs. açısından üstün Batı karşısında Osmanlı Devleti’nin 17. Yüzyıla kadar sürdürdüğü üstünlük gerçekten incelenmeye değer. Sonraki üç yüz yıllık süreçte gerilemenin yavaşlığı ve oluşturulan direnme süreci de incelenmeyi fazlasıyla hak ediyor. Burada son üç yıllık süreçte etkili olanın modernleşme çabası olduğunu vurgulamak gerekir. Bir tarım imparatorluğu olarak kalmasına rağmen Osmanlı’nın 20. Yüzyılın başına kadar yaşayabilmeyi başarabilmesi şaşırtıcı derece önemli ve dikkat çekicidir. 

Mustafa Kemal  ve kuşağı, geç Osmanlı-erken Cumhuriyet döneminin insanlarıydılar. 1878’den 1918’e imparatorluğun dağıldığını gördüler. Ve bu dağılmanın tarihsel, siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerini biliyorlardı. İmparatorluğu kurtarmak mümkün olmasa da buradan demokratik bir ulus devlet çıkarmayı başarabildiler.

Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen bu kuşak idealistti… Yaşadıkları üç büyük travmaya, uğradıkları ihanete (Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Damat Ferit, Vahdettin) rağmen umutlarını hiç yitirmediler. İmparatorluğun son 40 yılında yaşadıkları üç büyük travmayı şöyle sıralamak mümkün: 

 — 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı

 — Balkanların büyük bölümünün kaybı ile sonuçlandı.

 — 1912 Birinci Balkan Savaşı

 — Balkanların geri kalanı kaybedildi.

 — 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı

 — Arap toprakları kaybedildi. 

Osmanlı’nın ağırlıklı olarak Balkanlara dayanan bir imparatorluk olduğu, İttihat ve Terakki’nin Balkanlar’da (Selanik, Manastır) doğduğu hatırlanacak olursa travmanın büyüklüğü daha kolay anlaşılacaktır. Kayıp sadece Balkanlardan ibaret de değildir; İttihatçıların kutsal şehirleri Selanik ve Manastır’ın yanı sıra İslam dünyasının kutsal şehirleri Kudüs, Mekke ve Medine gibiyerler de kaybedildi. Bu kaybı Falih Rıfkı Atay,  Zeytindağı   adlı kitabında iç burkan, duygusal bir dille ve hayıflanarak anlatır ve der ki, Kudüs’ü Museviler gibi değil Türkler gibi terk ettik… 

Yine İslamın doğuşundan itibaren bakacak olursak eğer Kudüs’e egemen olan çağının en büyük gücüydü. 7. Yüzyılda Hz. Ömer döneminde Kudüs, Doğu Roma’dan alındı. Bu yükselen güç ile gerileyen gücü bize net bir şekilde göstermekteydi. Haçlı Seferleri döneminde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında el değiştirmesi de iki gücün denkliğine işaret etmekteydi. 1517’de Osmanlıların eline geçmesi, imparatorluğun gücünün dorukta olduğunu bir döneme rastlaması tesadüf olmasa gerektir. Tam 400 yıl süren hakimiyet 1917’de sona erdi. Ele geçirenler yine çağının en büyük gücüydü: İngiltere… Netice olarak söylemek istediğim Kudüs’e egemen olanın çağının en büyük gücü olmasıdır. 

1948’de kurulan İsrail, 1967’de kutsal mekanların bulunduğu Doğu Kudüs’ü ele geçirdi. 1967’deki Altı Gün savaşları sırasında Ürdün’den Doğu Kudüs’ü alan İsrail, 1980’de Kudüs’ü bir bütün olarak gördüğünü ve başkent olarak ilan ettiğini belirtti. Dünyanın tanımadığını bu durum, Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesinin 100. Yılında Trump tarafından onaylanmış oldu. Deyim yerindeyse bir barış kenti olması gereken Kudüs, Trump’ın adımıyla Ortadoğu açısından cehennemin kapılarını açtı. Zamanlama Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesinin 100. Yılına denk gelmesi itibarıyla manidar ama olay bundan ibaret değil. Trump ve Netanyahu, bu adımla ülkelerinde yaşadıkları sorunları aşmayı planlıyorlar. Arap Baharı sonrasında parçalanan devlet yapılarının, IŞİD’in bölgede yarattığı tahribatın ve PKK/PYD yapılanmasının sağladığı yeni dizaynın bu süreci kolaylaştırdığı söylenebilir. Bu adıma direnecek bölgesel gücün kalmadığını belirtmek gerekir. Arapların ne ümmet ne de millet bilinçleri var. Kabilecilikten ve hanedancılıktan öteye gidebilecek durumda değiller. Bundan daha uygun bir zaman olamazdı. Ancak bu çatışma kültürünü tırmandıracak, IŞİD sonrasında bölgede sönmekte olan ateşe benzin dökecektir. Oysa Kudüs -AB nasıl bir barış projesi olabilmişse-, bir barış projesi olabilirdi. Kurulacak olan Filistin devleti ile İsrail’in aynı anda başkenti olabilirdi. Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımanın ardından Filistin’i tanıma yönünde adım atmaya yönelebilir. Bu ne kadar ikna edici olabilir? Trump böyle bir adım atar mı? Ucu açık sorular…

Dünya nüfusunun bir buçuk milyara yakını Müslüman. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman 50’yi aşkın devlet var. İsrail’in nüfusu 8,5 milyon. Tüm dünyadaki toplam Musevi sayısı 15 milyon civarında. 100 Müslümana karşı 1 Musevi… Demografik üstünlük, siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, bilimsel ve askeri üstünlük demek değil… Müslümanların, Osmanlıların Kudüs’e egemen oldukları dönem uygarlık olarak da üstün oldukları dönem… Şimdi aynı üstünlüğe sahip olduğunuzu söyleyebilir misiniz?

Kaptırdığınız hangi kenti geri alabildiniz? İstisnai örneği Atatürk değil midir? Bir başka tarihi ve sembol kent olan, Fatih’in fethettiği İstanbul’u 5 yıllık işgalin ardından (1918-1923) kurtaran Atatürk değil midir? Var mı başka örneği? 

Bizim imparatorluktan ulus devlete geçerken kırmızı çizgimiz Misak-ı Milli oldu. Kudüs, bu kırmızı çizgiye dahil değildi. Arap toprakları için Misak-ı Milli’de geçen ifade, buraların kaderini Arapların tayin etmesiydi. Araplar, kabilecilik kültüründen çıkıp kendi kaderlerini tayin edebilirler mi? Bırakın millet bilincini ne kadar ümmet bilincine sahipler? Ortadoğu’da refah ve barış isteriz ama laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ninsahip çıkacağı ve kanla, canla savunacağı Lozan olmalıdır.