Makyavel, Prens adlı eserinde, “Bir Fatih, Fransa gibi bir memleketi kolayca ele geçirebilir, ama orada birçok aykırı menfaatler ve içtimai bağlantılar olduğu için, onlara kolay boyun eğdiremez veya onlarla uzlaşamaz ve o ülkeyi elde tutmakta çok zorluk çeker. Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu gibi bir devleti yenmek en güç iştir, fakat bir defa yenildi mi, tebaası boyun eğer ve idaresi çok kolay olur. (…) Türk İmparatorluğunu tek bir Hakan idare eder, bütün geri kalanlar onun kölesidir. Ülkesini sancaklara böler ve oralara dilediği zaman çekeceği ve göndereceği valiler yollar. Diğer taraftan, Fransa Kralı, eskiden sürüp gelen birçok asillerle çevrilidir; bunların her biri kendi tebaası tarafından sayılır ve sevilir ve her birinin bir mertebesi vardır ki kral kendini tehlikeye atmadan onu bundan mahrum edemez. O halde, bir kere Sultanın orduları yenildi mi hiçbir endişe kalmaz, Hükümdarın ailesi imha edilirse, başka korkacak kimse kalmayacaktır” der (Elie Kedourie, Avrupa’da Milliyetçilik, Köprü Kitapları, İstanbul, 2017).  

Kedourie’nin Makyavel’den aktardıkları sadece Fransa için geçerli değildir. Bu, dönemin İngiltere’si için de geçerlidir. Sonraki Almanya ve Hollanda’yı oluşturacak olan bölgeler için de… Burada dikkat çekilmesi gereken konu sınıflı toplum yapısının varlığıdır. Aristokrasi ve burjuvazinin varlığı, katmanlı toplumsal yapı ve feodal dönemlerden başlayarak oluşan güçlerin dağıtılması meselesi, Batı’yı farklı kılmaktadır. Doğu’da ise yönetilen ve yöneten temelli toplumsal yapı, merkezi yönetimin gücü ve lider merkezli yapılanmaya yönelik Makyavel’in tespitleri günümüz genelde Doğa dünyasını, özelde de İslam dünyasını kapsayacak geçerliliğini korumaktadır denilebilir. Tek adam yönetimleri ülkeleri daha kırılgan ve daha dağılabilir kılmaktadır: Saddam, Kaddafi, Esad örneklerini arttırmanın anlamı da yoktur. 

Türkiye ise imparatorluk geçmişi, köklü devlet geleneği, 200 yıllık modernleşme tarihi ve Cumhuriyetin kurucu kültürü itibarıyla Makyavel’in dediği çizginin dışına çıkma çabası söz konusudur. Özellikle burada Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk’ün karizmatik kimliğini ve rejimi kurumsallaştırma çabasını anımsamak gerekir. Kişi egemenliğinin yerini kurumsal egemenliğin aldığı, ülkenin demokratikleşme ve modernleşme çabası bugün bir ölçüde olumsuz bir yöne doğru gitmektedir. Cumhuriyetin inşa etmeye çalıştığı üst kimlik de ciddi bir erozyona uğramaktadır.

15 yıllık Ak Parti iktidarının Cumhuriyetin kurucu kültürüyle zaman zaman çeliştiği ve hatta çatıştığı görülmektedir. Kurucu kültürle çatışılan bir alan da dış politikadır. Örneğin 2011-2012 yıllarında izlenen ve Suriye’de rejim değiştirmeye yönelik politika bunun tipik örneğidir. Ancak bugün gelinen noktada ülkenin güneyini terör örgütü tamamıyla kuşatmaya yöneldiyse ve bunun arkasında emperyalist güçler de varsa, Türkiye'nin yaptığı müdahale gayet yerindedir, haklıdır ve meşrudur. Aynı haklılık Fırat Kalkanı'nda da mevcuttu. Ancak bu Türkiye'nin 2011-2012 döneminde Esad rejimini devirmeye kalkmasının hata olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Türkiye, sınır ötesi askeri hareketlerde komşu ülkelerin meşru ve merkezi yönetimleriyle birlikte ya da en azından onaylarıyla hareket etmelidir. Bu O'na önemli bir rahatlama sağlayacaktır. Bununla birlikte bölgenin mayınlı bir arazi olduğunu unutmamak gerekir. Malum Ortadoğu bataklığı… Terörle mücadele için girişilen Zeytin Dalı Harekatı, Zeytin Dağı Felaketi’ne (Falih Rıfkı Atay’ın 100 yıl önce anlattığı) dönüşmemelidir. Şunu da unutmamak gerekir ki, terörle mücadele savaş değildir. Savaşlar devletler arasında olur, terör örgütleriyle değil… Bu bağlamda terörle mücadele kararlılıkla sürdürülmeli ve ama komşu ülkelerin toprak bütünlüğü gözetilmelidir. Ayrıca geçmiş deneyimden ders çıkarılarak 6-7 yıl önceki hatalar tekrarlanmamalıdır.  

Türkiye, bugün içinde bulunulan koşullar çerçevesinde 2019 seçimlerine gidecek gibi görünmektedir. Ak Parti – MHP birlikteliği % 50+1’i kolay sağlayamayacak olsa da muhalefetin dağınıklığı ortadadır. Muhalefet cephesinde yeni olan İYİ Parti’nin varlığıdır. Onun ne kadar oy alacağını tahmin edebilmek kolay değildir. 

CHP’de ise durum çok da iyi görünmemektedir. Şubat ayının ilk günlerinde yapılacak olan Kurultay’a an itibarıyla üç adayla gidilmektedir. Bu adayların biri Genel Başkan Kılıçdaroğlu’dur. Diğerleri Ümit Kocasakal ve Muharrem İnce’dir. An itibarıyla üç aday olmakla beraber, Kurultay’da aday olabilmek için yaklaşık 1250 delegenin % 10’unun imzasını almaları gerekmektedir. Bunu sağlamak da kolay değildir. Bu nedenle üç adaylı değil, iki adaylı bir Kurultay ile de karşılaşabiliriz. Peki ne değişir? Çok da bir şey değişeceğini sanmıyorum. CHP’de yarış kıyı bölgelerinde belediyeleri kazanmak ve parti içi iktidarı ele geçirebilmek ya da elde tutabilmek üzerine… İl kongrelerini kazanmak, Kurultay’ı kazanmanın anahtarı… Belediyelerin CHP’li olduğu yerlerde belediye başkanı parti il ve ilçe kongrelerine müdahale etti… Bunu yaparken belediye başkanlığından kaynaklanan güç sıklıkla kullanıldı. 

Uzun yıllardır CHP tarihi çalışan biri olarak gözlemlediğim parti kimliğinin, CHP’li kimliğinin zayıfladığı gerçeğidir. Ülkede Türk üst kimliği, CHP’de de CHP’li üst kimliği zayıflamaktadır. Alt kimlikler devreye girmektedir. Oysa bizim üst kimliği inşa etmeye ve bu bağlamda bir ütopya yaratmaya ihtiyacımız var. İzmir il kongresinde iki genç adayın yarışması ve aralarındaki centilmenlik umut vericiydi. Genel Merkezin ve Büyükşehir Belediye Başkanının kazanan il başkanından yana tavır alması hiç de hoş olmadı. Ancak kaybeden Utku Gümrükçü’nün her şeye rağmen sergilediği yapıcı tavır geleceğe dair olumlu işaretlerin habercisi gibiydi. İzmir, Ankara ve İstanbul’un delege sayısı ülke genelinde Kurultay delegelerinin dörtte biri kadar. Dolayısıyla bu üç şehrin delegeliklerini kazanan yapı kurultay’a egemen olur. Kılıçdaroğlu ekibinin bu illere yönelik müdahalesinin arkasında yatan neden buydu. İstanbul’da mevcut il başkanı Kılıçdaroğlu tarafından istenmiyordu. Yeni seçilen Canan Kaftancıoğlu ismini alenen desteklemese de, Kılıçdaroğlu’nun Kaftancıoğlu’nun ekibiyle birlikte hareket edeceği açık. Kaftancıoğlu, CHP İstanbul için kötü bir seçim oldu. Bunu partinin önde gelen isimleri de özel sohbetlerde dile getiriyorlar. Kurultay sonrası, Kaftancıoğlu’nun istifası gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Bir tarafta Alevi kimliğinin ön plana çıkmasıyla, bir tarafta radikal sol kimliklerin ön plana çıkmasıyla karşı karşıyayız.

Oysa CHP’li üst kimliğinden ya da CHP’nin ideolojik kimliğinden söz edecek olursak, uzun yıllardır ihmal edilse de bunun dayandığı iki temel var. Birincisi Cumhuriyetin kurucu değerleri, diğeri sosyal demokrasi… Her ne kadar parti il ve ilçe kongrelerinde 68 kuşağına, sosyalist sola göndermeler yapılsa da, unutmamak gerekir ki, 68 kuşağının o dönemde yolu CHP ile kesişmedi. Hatta deniz Gezmiş ve arkadaşları TİP’i bile yeterince sol bulmadılar. Bu bağlamda demokratik sol, demokratik sosyalizm tezlerinden uzaklaşarak radikalleştiler. Bu bağlamda nostaljik ama anakronik bir şekilde dönemin güzellemelerini yapmak çok da anlamlı olmamaktadır. Her şeyden önce rasyonaliteden opuş söz konusudur.

Geriye dönüp bakılacaksa eğer, iki nokta esas alınmalıdır. Birincisi cumhuriyetin kurucu değerleridir. Bunları tartışmaya açmak bile anlamsız ve gereksizdir. Diğeri ise ortanın solu politikalarının benimsendiği dönemin temel kriterlerini hatırlatmakta fayda var:

Halka dayanmak ve güvenmek

Demokrasiyi tüm yönleriyle benimsemek

Cunta ve darbelerin karşısında olmak

Ezilenlerden, çalışanlardan, emekçilerden yana olmak… 

CHP, Cumhuriyeti kuran parti… Üstelik ülkeyi kurtaran Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri temelinden geliyor. Aynı parti, 1950’de demokrasiyi getiren parti de. Ülkede sola meşruluk sağlayan da… 1980’e kadar kendini yenileyen, küllerinden yeniden doğabilen bir parti CHP… Tarihinde iki kere (1957 ve 1977) % 41 oy alabilen parti… Bunu yaptığı dönemler değişen dünyaya ve Türkiye’ye uyum sağlayabildiği dönemler… Yeniden umut olacaksa son dönemde yaşandığı üzere parti içi iktidarla uğraşmayı kenara bırakıp, topluma umut olabilmeli, bir ütopya ortaya koyabilmeli, kendi tarihsel ideolojik kimliğiyle barışmalı ve geleceği bunun temelleri üzerinden inşa etmeli… Aksi takdirde Türkiye, Afrin’e, CHP ise Kurultay’a gider…