Türk Kurtuluş Savaşı’na hangi ismi verirseniz verin (Kurtuluş Savaşı, İstiklal Harbi, Milli Mücadele) onun iki temel yönünden söz etmek gerekir: Birinci yönü, dış düşmana karşı yürütülen bağımsızlık savaşıdır. İkincisi ise, iç düşmana (Padişah-Halife ve İstanbul Hükümeti) yürütülen ulusal egemenlik savaşı boyutudur.  

İstanbul Hükümeti’nin işgaller karşısında çaresiz ve tepkisiz kalışı, hatta düşmanla işbirliğine yönelişi karşısında yerel direniş odakları belirmeye başladı. Bu direniş hareketlerinin organizasyonu Erzurum ve Sivas kongreleri ile de sınırlı değildi. Anadolu ve Trakya’nın her yerinde yerel örgütler ortaya çıktı ve kongreler toplandı. Önceleri hakların aranması ve savunulması amacıyla ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak cemiyetleri, silahlı direnişin (Kuvayı Milliye’nin) kitlesel desteğini sağladılar. 

Mustafa Kemal Paşa’nın Türk Kurtuluş Savaşı’nın liderliğine soyunmasında ve bu savaşın temel hedeflerinin belirlenmesinde, 21-22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nin büyük önemi vardır. Nitekim Genelge, şu iki önemli tespiti yapıyor: 

- Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir. 

- İstanbul Hükümeti, üzerine düşen görevi yerine getirmemektedir. 

Bu iki tespitten sonra da, yaşanan sorundan kurtuluş yolunu da göstermektedir: 

- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır. 

- Kurtuluşu sağlamak için Anadolu’nun en güvenli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanmalıdır. 

Sivas Kongresi öncesinde toplanan Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919), Doğu Anadolu’nun Ermenilere verilmesini önlemeyi amaçlıyordu.

4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi, ülkedeki tüm Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin tek bir çatı altında birleşmesi açısından son derece önemlidir. Mandaterlik fikrinin de tartışıldığı kongrede4, ülkedeki tüm Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) çatısı altında birleştirildi. Erzurum Kongresi sırasında kurulan Heyet-i Temsiliye tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletildi. Bu kongrenin bir başka önemi de; Mondros Ateşkes Antlaşması ertesinde ortaya çıkan kurtuluş yollarından üçünün (Tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak, Bölgesel kurtuluş yolları ve Amerikan mandaterliği) M. Kemal Paşa’nın önderliğinde birleşmesidir. Bu birleşmeye katılmayan ve ihanet çizgisine kayan İngiliz himayesini savunan İstanbul Hükümeti ve Padişah-Halife’ye son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin toplanması kabul ettirildi (Amasya Görüşmesi). Böylece, insiyatif ve üstünlük Anadolu’daki harekete geçmiş oluyordu. Ama bu, İstanbul-Anadolu çatışmasının bittiği anlamına gelmiyordu.

İşgallere karşı yürütülen savaş, Doğu, Güneydoğu ve Batı cephelerinde gerçekleşti. Batı cephesinde gerçekleşen savaşın üç aşamadan geçtiği söylenebilir: 

A. Oyalama Evresi (Kuvayı Milliye Evresi): 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in Yunanistan tarafından işgali ile başlayan bu dönem, 6 Ocak 1921 tarihinde başlayan Birinci İnönü Savaşı’na kadar devam eder. Düşmanın yıpratılmaya, yavaşlatılmaya ve düzenli ordunun kurulması için zaman kazanılmaya çalışılan dönemdir.  

B. Savunma Evresi: Birinci İnönü Savaşı’nın başladığı 6 Ocak 1921 tarihinde başlar ve Sakarya Savaşı’nın kazanıldığı 13 Eylül 1921 tarihinde biter.  

a. Birinci İnönü Savaşı 

b. İkinci İnönü Savaşı 

c. Eskişehir-Kütahya Savaşları 

d. Sakarya Savaşı 

C. Karşı Saldırı/Taarruz Evresi:  Sakarya Savaşı’nın kazanılması ile birlikte savunma evresi sona erdi ve karşı saldırı evresi başladı; bu evre, tüm ülkenin kurtuluşunu sembolize eden İzmir’in kurtarılması ile birlikte sona erdi.

İstanbul Hükümeti ve Mütareke Basını (yani işbirlikçi basın), hem Milli Mücadele’ye hem de Kuvayı Milliye’ye hiç de olumlu bakmadı: 

“Kuvayı Milliye, yılanın zehrini kertenkeleden alması gibi kuvvetini İttihat ve Terakki’den aldığı için Kuvayı Milliye olamazdı. İttihat ve Terakki’nin yeni şekli olan Kuvayı Milliye, ancak mazlum kanı ile sıcaklık hasıl edebilir. (…)” (Refi Cevat, “Hal ve Mevki”, Alemdar, 4 Mart 1920)

“Zavallı memleketimizin felaketi son derekesini buldu. Bir taraftan Anadolu’da Celaliler gibi türeyen sergerdeler kuvveti zavallı milleti kana ve ateşe boğuyor, (…) Memlekette her aklına gelen, her silahına güvenen ortaya atılıp kendi kendine vergi toplamak, asker almak, adam asmak ve tutuklamak, sürmek, kırmak, hatta kanun yapmak; kendi adına bir milli meclis toplamağa kalkışmak, hak ve yetkisine sahip midir? (…)” (Refi Cevat, “Nereye Gidiyoruz?”, Alemdar, 20 Mart 1920).

“Kendilerine haksız yere Kuvayı Milliye adını veren, senelerden beri kanlı pençeleri altında inlettikleri zavallı milletin sakin adını bu son cinayet isteklerinin tatminine alet etmekten çekinmeyenlere karşı bütün milletin birleşik sinesinden kopan lanet ve nefret sesine en yiğitçe tercüman olanların başında hiç şüphesiz tarih, Ahmet Anzavur ismini kaydedecektir. Padişahına sadakatinden, milletine aşırı bağlılığından başka hiçbir hisle mütehassis olmayan ve sırf padişah, dini ve milleti uğrunda her türlü fedakarlıkları yapan ve tabii bütün bu gayeler için çalışan… Ahmet Anzavur Bey…” (Refi Cevat, “Bursa’nın Tarihine Doğru, Kuvayı Gayrı Milliyenin Hezimeti”, Alemdar, 22 Mart 1920).  

“Ukala dümbelekleri. Çeteye mensup gazeteler… Zorla değil ya bu memleket İttihatçıları ve İttihatçıların parmaklarını sokarak lekeledikleri Kuvayı Milliye’yi istemiyor. Onların kafalarına vurmak lazımdır. Bu memleket inşallah onların kafalarına adalet kazmasının inmesini yakında görecektir.” (Refi Cevat, Alemdar, 22 Mart 1920)

“Kuyucu Murat Paşa, Celâlîlere nasıl muamele etmişse, Kuvayı Milliye’ye de öyle muamele edilmelidir. Maiyetindekilerin yakında, zorba yamağı Cafer Tayyar şaklabanını, elini kolunu bağlayıp Hükümete teslim etmesi beklenir. Saltanata bağlı halim selim Anadolu halkı da Mustafa Kemal şakisine haddini bildirecek.” (Ali Kemal, Peyamı Sabah, 20 Nisan 1920)

Kurtuluş Savaşı’nda Mondros Mütarekesi sonrasında ordunun terhis edilip silahlarına el konulduğu, Padişah-Halife ile hükümetinin düşmanla işbirliği yaptığı bir dönemde özelde Kuvayı Milliye, genelde Müdafaa-i Hukuk Hareketi direnişin fitilini ateşlediler. Padişahın istediği gibi güdebileceği bir sürü olmadıklarını, kendi kaderlerine sahip çıktıklarını gösterdiler. Hem işbirlikçi padişah-halifeye ve hem de emperyalist güçlere, onların taşeronlarına direndiler. Bağımsızlık ve özgürlük ateşini yaktılar. Mustafa Kemal’in liderliğinde birleştiler. Kuvayı Milliye hareketi de, sivil bir direniş hareketi olarak başlayıp düzenli ordunun bir parçası olmayı da bildiler. Dünya tarihinin eşsiz bir örneğini oluşturdular. 

Kaynak: İhsan Ilgar, Mütarekede Yerli ve Yabancı Basın, Kervan yay.