İki yıl önce (Mart 2016), Ege Meclisi’ne “Cumhuriyetin kurucu babalarına sövmek” adını taşıyan bir yazı yazmış, Obama’nın Kasım 2008’de başkanlık konuşmasına değinmiştim. Söz konusu konuşmaya biraz da imrenmiştim açıkçası. Çünkü Obama’nın ABD Başkanı seçilmesi, ABD tarihinde bir dönüm noktasıydı. ABD kurulduğundan itibaren ilk kez bir siyahi kökenli biri başkan olmuştu. Obama, yaptığı zafer konuşmasında kendi siyahi geçmişine, siyahi kökenlilerin ABD tarihinde çektiklerinden, kölelikten hemen hemen hiç söz etmeden ABD’nin kurucu babalarını saygıyla andı. Onlara sıklıkla atıfta bulundu. Bunların başında köleliği kaldıran Abraham Lincoln gelmekteydi. Obama da, Lincoln gibi siyasete İllinois'den girmişti. Onunla arasında paralellikler kurmaktaydı. Oysa arada önemli bir fark da vardı: Lincoln Cumhuriyetçi, Obama Demokrat Parti kökenliydi.

 

Konuşmasına kurucu babalara değinerek başlamıştı Obama:

“Eğer Amerika'nın her şeyin mümkün olduğu bir yer olduğunu, kurucularımızın rüyalarının hâlâ canlı, demokrasimizin hâlâ güçlü olup olmadığını sorgulayanlar varsa, işte bu akşam onlara cevabınızdır.

 

Bu cevap, oy vermek için okul ve kilise önlerinde bu ülkenin tarihinde görülmemiş uzunlukta kuyruklar oluşturan, saatlerce bu kuyruklarda bekleyen, pek çoğu belki de hayatlarında ilk kez, bu kez farklı olabileceğine, bu farkı kendi seslerinin yaratabileceğine inananların cevabıydı.

 

Bu cevabı veren genç, yaşlı; zengin ve fakir; Demokrat ve Cumhuriyetçi; siyah ve beyaz; Latin, Asyalı, yerli, gay, özürlü; yani kısaca tüm Amerika dünyaya şu mesajı gönderdi: Biz hiçbir zaman sadece bir bireyler topluluğu değildik, biz hiçbir zaman sadece bir kırmızı ve mavi eyaletler topluğu olmadık. Biz her zaman Amerika Birleşik Devletleri olduk”.

 

Sizler isterseniz bu konuşmadaki kilisede oy kullanılmasına takılın, isterseniz Obama’nın eşcinsellerden söz etmesine… Benim takıldığım yer kuruculardan övgüyle söz etmesi ve birleştirici, umut verici konuşmasıydı. Üstelik Demokrat Obama’nın Cumhuriyetçi Lincoln hakkında söylediklerine bakın:

 

“Lincoln'ın bizden daha fazla bölünmüş bir millete seslendiği gibi ‘Biz düşman değiliz, biz arkadaşız... Tutkumuz zarar görmüş olabilir ama bu duygusal yakınlık bağlarımızı kırmaya kadir olmamalı’. Ve şimdiye kadar desteğini gördüğüm siz Amerikalılar- Sizin oyunuzu kazanmış olmayabilirim, ama sesinizi duyuyorum, sizin yardımınıza ihtiyacım var ve ben sizin de başkanınız olacağım. Ve siz... Bu akşam bizi, bizim kıyılarımızın ötesinden izleyenler, parlamentolardan ve saraylardan ve siz, dünyamızın unutulmuş köşelerinde radyo başına toplanıp bizi izleyenler...hikâyelerimiz tekil, ama kaderimiz paylaşılmış ve Amerikan liderliğinin yeni şafağı elimizde. Bu dünyayı alaşağı etmek isteyenler...biz sizi yeneceğiz. Barış ve güvenlik arayanlar...biz sizi destekliyoruz. Ve siz Amerika'nın fenerinin hâlâ eskisi kadar parlak olmadığını söyleyenler...bu akşam bir kez daha kanıtladık ki milletimizin gerçek kudreti askeri ya da ekonomik gücümüzden değil, demokrasi, özgürlük, fırsat ve asla boyun eğmeyen umudumuz olan ideallerimizden aldığımız dayanma gücünden geliyor. Bu yüzden Amerika'nın gerçek dahiliği Amerika'nın değişeceğine dair inancımızdır. Birliğimiz mükemmelleştirilebilir. Ve şimdiye kadar başardıklarımız yarın başarabileceklerimiz ve başarmamız gerekenlerle ilgili umut veriyor. Bu seçim içinde birçok ilki ve gelecek nesillere anlatılacak birçok hikâyeyi barındıran bir seçim oldu”.

 

Amerikan demokrasisi, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında gidip geliyor. Elbette dünyanın en iyi demokrasisi değiller… Aşırı bireycilikleri, silahlanma yarışları, Afro-Amerikalı deyip (siyahi demediklerinde) bile ayrımcılık yaptıkları (malum Avrupa’dan gelenlere Avro-Amerikalı demiyorlar!) sorun… Üstelik Cumhuriyetçilerin dünyada daha saldırgan politika izledikleri de malum. Trump gibi birini de başkan seçtikleri de ortada. Ancak yine de Amerikan demokrasisi, Trump’ı öğütür. Kurumsallık, kuvvetler ayrılığı ve demokrasi kültürü Trump’ı 4 yıl, bilemedin 8 yıl sonra gönderir… Oysa Batı dışı yerlerde öyle mi? Gelen gidiyor mu? Trump’ın 4+4’ten sonra bir daha kalma şansı, sistemi değiştirme ihtimali bile yok… İşin güzelliği de burada… Seçimle gelen seçimle gider. Seçimle gelenin seçimle gitmesi gelenekleşir. Kişiler değil, devlet güçlüdür, demokrasi güçlüdür.

 

İktidarın seçimle değişmesinin gelenekleştiği, iktidarın gücünün kısıtlanabildiği, kuvvetler ayrılığının işlediği, iktidarın denetlenebildiği, iktidar mensuplarının yargılanabildiği ve ülkenin kurucularının günlük siyasete malzeme yapılmadığı bir toplum ve ülke geleceğinden emin olabilir. Böyle bir ülke kalkınabilir, toplumsal barışını koruyabilir.

 

Şu haberlere bakar mısınız?

“Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, 2007'deki seçim kampanyasında Kaddafi'den usulsüz bir şekilde bağış aldığı gerekçesi ile gözaltına alındı”.

“Netanyahu yolsuzluk suçlamaları için 7'inci kez ifade verdi”.

 

Görüldüğü üzere ülkeleri yönetenler ya iktidardayken ya da iktidardan ayrıldıklarında hem denetlenebiliyorlar, hesap verebiliyorlar ve yargılanabiliyorlar. İktidardan seçimle gelip seçimle gidebiliyorlar sistemleriyle oynamadan… Üstelik bunları yaparken kurucu babalarıyla kavga da etmiyorlar. Kurucu babalar ve kurucu kültür birleştirici çimento olmalı. Tıpkı Çanakkale ve Milli Mücadele gibi, Atatürk gibi, İnönü gibi… Üstelik terörle mücadele gibi bir konuda uzun yıllardır beklenen şeylerin kararlıkla yapıldığı bugünlerde… Bu konuda yaşanan sevinç buruk olmasın, kurucu kültür ve kurucu babalar yıpratılmasın…