Demokrasinin, en somut ve en basit tanımlarından biri de bir ülkede hükümetlerin seçimle gelip seçimle gitmesidir. Bu bağlamda birden fazla (en az iki) siyasal partinin olması, bunların eşit koşullarda ve özgürce birbirleriyle yarışabilmesi gerekir. İktidarın seçimle değişmesinin gelenekleştiği, bunun sıradan bir olay haline geldiği ülkelere demokratik ülkeler diyebiliriz. Bunun için en temel şey, muhalefet partisinin / partilerinin varlığıdır. Söz konusu partiler eşit koşullarda ve özgürce yarışabilmeli, iktidar partisini seçimle iktidardan indirme potansiyelini barındırmalıdır. Bu, tüm dünya demokrasilerinde olduğu gibi Türkiye’de de böyledir. 

Çok partili hayata geçtiği 1945 yılından bu yana iktidar partisinin karşısında sürekli muhalefet partisi oldu. Bu partiler zaman zaman baskıya uğrasa da, her zaman iktidarı seçimle indirebilecek potansiyele sahip oldular. Ancak iktidarı seçimle değiştirmeyi bu süreçte bir türlü gelenekleştiremedik. Bunun temel nedeni zayıf demokratik alt yapı ve zayıf demokrasi kültürüdür. Siyasal cepheleşme ve devalüasyonlu ekonomik krizler askeri darbelerin önünü açtı. Askeri darbeler, iç dinamiklerin oluşumun ardından dış dinamiklerin izin vermesiyle gerçekleşti. 

Devalüasyonlu ekonomik krizler ya da ülkenin içinde bulunduğu çözülemeyen diğer sorunlar, iktidarın seçimi kaybetmesinin nedenlerinin başında gelmektedir. 1877 yılından beri Türkiye’de seçim yapılsa da iktidarın üst üste 3-4 kez seçimle değiştirilebilmesi söz konusu olamadı. Yine de bu durum iktidarı seçimle indirmeye aday partilerin olmadığı anlamına gelmemektedir. 

1950’li yıllar boyunca DP’nin en büyük rakibi CHP idi. İlk kez seçimle iktidarı değiştirebildiğimiz, İnönü’nün öncülüğünde gerçekleştirebildiğimiz demokrasi devriminin gerçekleştiği 1950 yılında DP’nin oyu % 52, CHP’nin % 39’du. Ezici bir fark yoktu arada alınan oy bakımından. Ezici fark sandıkta oluşmasa da parlamentoda oluştu. Çünkü çoğunluk sistemi DP’ye büyük bir avantaj sağladı. Bununla birlikte aradaki oy makasının kapanmayacak bir miktar olmadığını söylemek gerekir. 1950’den sonra CHP geleneği tek başına iktidar olamadı. Bununla birlikte sürekli olarak ana muhalefet partisi oldu; iktidarın en büyük rakibi idi. Örneğin iki kez %40 eşiğini aştı. % 41 oranında oy aldı 1957 ve 1977’de… Dolayısıyla ciddi bir siyasi mücadele hep var olabildi. Üstelik bu nedenle de hep bir sonraki seçimde iktidarın seçimle değiştirilebilmesi ihtimali vardı. Araya askeri darbeler girmese, Türkiye’nin demokratik alt yapısı biraz daha güçlü olsa belki bu gerçekleşebilecekti. 

2001 ekonomik krizinin ardından Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türk demokrasi tarihinde görülmeyen bir şekilde muhalefet krizi de kendini gösterdi. 2002 seçimlerinde olmasa da sonraki seçimlerde ana muhalefet partisi olan CHP ile iktidar partisi arasındaki oy farkı neredeyse iki katı idi. Bu fark bir türlü kapanacak gibi görünmüyordu. %20’lerin biraz üzerinde CHP ile % 50’nin hemen altındaki Ak Parti’nin yarışı bir heyecan barındırmadığı gibi iktidarın da seçimle değişebilme ihtimalini ortadan kaldırıyordu. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da CHP’nin yerini alacak bir başka ana muhalefet partisi yoktu; merkez sağda yer alan bütün partileri Ak Parti’nin bir şekilde etkisiz hale getirmesi de bunun nedenleri arasında sayılmalıdır. Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş, Tuğrul Türkeş transferlerini bu noktada anmak gerekir.  Son olarak elbette ki MHP ile yapılan ittifakı… 

Parlamenter sistemden ve kuvvetler ayrılığından uzaklaştığı için eleştirdiğimiz Ak Parti’nin MHP ile birlikte getirdiği Cumhurbaşkanlığı sistemi Ak Parti’nin sonu getirebilir. Mevcut sistem çerçevesinde siyasal partilerin parlamento seçimlerinde ittifak yapabilmesinin önünün açılması son derece önemlidir. Örneğin 1957 seçimlerinde DP, muhalefetin seçim ittifakı yapmasını engelleyecek yasal düzenleme yapmasaydı muhtemelen seçimi kaybedecekti. Bugün ilk başta Cumhur İttifakı, Ak Parti ile MHP’ye yarayacak gibi görünse de, Millet İttifakı çerçevesinde oluşan CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi ittifakı bu işten daha kârlı çıkabilir. Dolayısıyla ilk kez parlamentoda çoğunluk değişebilir uzun bir aradan sonra… 

Benzer bir durum cumhurbaşkanlığı seçimi için de geçerli. 16 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde iktidar partisi eleştirilirken muhalefetin olmadığı, Erdoğan’la yarışabilecek bir liderin eksikliği de sıklıkla dile getirilmekteydi. İşte 16 yıllık bir aradan sonra Erdoğan’ın dengi iki lider mevcut. Muharrem İnce ve Meral Akşener. Her ikisi de kendi seçmeni mobilize edebilen, kitlelerde heyecan uyandıran isimler. Uzun bir aradan sonra ilk kez bu kadar heyecanlı bir seçim yaşayacağız. Muharrem İnce’nin TV programlarında iktidar yanlısı gazetecileri (son olarak Nagehan Alçı) zor duruma, mahcup edecek duruma düşürmesi kitlelerin yüreğine su serpti. Uzun zamandır bu gazetecilere karşı biriken öfke bu sayede bir rahatlamaya dönüştü. Ayrıca İnce, son derece iyi bir hatip olarak Erdoğan ile rahatlıkla başa çıkabilmekte. Meral Akşener’in bu yarışa merkez sağ siyaseti temsilen katılması, İnce’ye de büyük güç katmakta. İnce ya da Akşener’den birinin olmaması, bu mücadeleyi eksik kılardı. Oysa şimdi muhtemelen % 90’ı gören bir katılımla ilk tura gidilecek. Bu da seçimin ilk turda sonuçlanmasını zor kılıyor. 

Keşke TV’de cumhurbaşkanı adaylarını tartışırken izleyebilsek… Geçmiş seçimlerde bunu hep yaşamıştık. Bugün niye yaşamayalım? Bu konuda bir kamuoyu baskısı oluşturulmalıdır diye düşünüyorum. Yeni nesil, liderlerin aynı masa etrafında tartışıp konuştuğunu neden görmesin?

Erdoğan’ın karşısında yer alan İnce ve Akşener’in karizmatik lider tipolojisine uyduklarını ve Erdoğan için ciddi rakip olduklarını söylemek gerekir. Birkaç gün önce Akşener’i destekleyen bir sosyal medya arkadaşımın paylaşımı dikkatimi çekmişti. Akşener’i ünlü Saka kraliçesi Tomris Hatun’a benzetmişti. Sanırım Erdoğan yaşamının en zor seçimine giriyor. En güçlü olduğunuzu düşündüğünüz zaman en zayıf olduğunuz zaman olabilir. 

Kazanan Türkiye ve Türk demokrasisi olsun...