Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, Sevr’in yıl dönümü dolayısıyla Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte şunları söylemiş:

“Sevr’in ‘antlaşma’ olarak kullanılmasına karşı resmi olarak da çalışma yürüteceğiz. Yeni müfredatta Sevr’in ‘antlaşma’ değil ‘belge’ olarak ifade edilmesiyle ilgili girişimlerimizi yapacağız. Bazen hatalı ifadeler olabiliyor, yanlış söylemler devam edebiliyor. Ne yazık ki Sevr Antlaşması da biraz ‘galat-ı meşhur’ olmuş. Böyle bir antlaşma yok. Biz bunu yeni müfredatlara da önereceğiz. Belki bir ayrıntı gibi görünebilir ama önemli. Çünkü çocuklarımızın ve kamuoyunun zihnine böyle yerleşiyor. Ortada bir belge var ama bu bir antlaşma değil.”

Gerçekten öyle mi?

Sevr neden “belge” de, “antlaşma” değil? 

Yıllardır Türkiye’de Sevr’in “ölü” bir antlaşma olduğu çünkü Osmanlı Parlamentosu tarafından onaylanmadığı ileri sürülüyor. 

Bu durumda “Sevr, Osmanlı Parlamentosunda onaylanmadığı için mi uygulanmadı?” sorusunu sormak gerekmez mi? 

İtilaf Devletleri, “Siz bunu Parlamentoda onaylamayarak bizim elimizi kolumuzu bağladınız, biz onaylanmamış bir antlaşmayı nasıl uygulayacağız şimdi?” mi dediler? Bu durumda diğer yenik devletler de imzaladıkları barış antlaşmalarını parlamentolarında onaylamayıp işgali ve topraklarının paylaşımını önlemeyi neden akıl edemediler acaba? Yenilgi antlaşmasını parlamentoda onaylamayarak bunu sadece biz mi akıl edebildik?

Yoksa üç buçuk yıl süren kanlı bir bağımsızlık savaşı mı verdik? Adına İstiklal Harbi, Milli Mücadele ya da Kurtuluş Savaşı dediğimiz şey olmasaydı, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde başarıya ulaşmasaydı Sevr geçersiz olabilir miydi?

Sevr’in üzerinden 98 yıl geçti. Prof. Dr. Turan’ın dediği gibi halen güncel... Neden güncel peki? Biraz geriye dönerek tarihe bakmak lazım… 

Klasik dönem Osmanlı padişahları akıllı adamlardı. Siyaset ve strateji bilirlerdi. Örneğin II. Beyazıt –tüm sofuluğuna rağmen- İspanya’dan Musevileri büyük memnuniyetle imparatorluğuna kabul etmişti. Ardından oğlu Yavuz Sultan Selim, 1516 ve 1517’de Arap topraklarına doğru imparatorluğu genişletti. Önce Suriye’yi ardından Mısır’ı aldı. Bu hamlesinin ardında İpek ve Baharat yollarını tamamıyla kontrol altına almak ve imparatorluğun zenginliğini arttırma amacı vardı. Ancak amaç bundan ibaret değildi. Hint Okyanusuna ulaşarak –Akdeniz’in/İslam dünyasının aracılığını ortadan kaldırma ve- baharatı doğrudan elde etme amacındaki Portekiz’i durdurmayı da hedefliyordu.   Hint Okyanusunda Portekiz’i durdurma çabası, Kanuni döneminin de önemli çabalarından biriydi ve ama Kızıldeniz’de donanma oluşturarak Portekiz’le mücadele başarılı olamadı. Bununla birlikte bir “cihan devleti” olarak Osmanlı Avrupa siyasetine de yön verdi. Kanuni, yine başarılı bir siyaset ve strateji örneği olarak Avrupa’da Habsburg egemenliğine karşı Bourbonları (Fransa) destekledi ve Avrupa’da bir denge oluşturdu. 16. Yüzyıl yeni bir dünyanın kurulduğu ve Avrupa’nın kendi sınırlarının dışına kesin olarak taştığı yüzyıl oldu. Osmanlı açısından ise aynı yüzyıl gücünün doruğu olmakla beraber, sonun başlangıcını da işaret etmekteydi. Klasik tarım imparatorluklarının sonu gelmekteydi. Nitekim tüm modernleşme çabalarına rağmen tarım imparatorluğu olmaktan kurtulamayan Osmanlı için 19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başında dağılmak hazin ama kaçınılmaz bir sondu. 

İmparatorluğun son 40 yılında, 1878’den 1918’e dağılma travmatik bir şekilde gerçekleşti: 

- 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi): Tuna vilayeti kaybedildi…

- 1912 Birinci Balkan Savaşı: Kalan Balkan toprakları kaybedildi…

- 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı: Kalan Arap toprakları kaybedildi…

II. Abdülhamit, tahtta bulunduğu sürede savaşlardan uzak durarak devletin dağılma sürecini bir miktar yavaşlattı. Ancak bu dönemde de birçok toprak kaybı yaşandı. Mısır, Tunus, Bosna Hersek, Kıbrıs… Devletin güçsüzlüğünün farkında olan II. Abdülhamit, savaşlardan uzak durmaya gayret etti. Bununla birlikte 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı yaşanmak zorunda kalındı. Bu savaşı Osmanlı kazandı. Ancak masada kaybetti. Aldığı toprakları geri vermek zorunda kaldı. Bugün Lozan’ı eleştirenler, II. Abdülhamit’i aldığı toprakları geri verdi diye neden eleştirmez?

Birinci Dünya Savaşı’nda ülkeyi yöneten kadro savaşın dışında kalamayınca kaçınılmaz son hızlandı. Savaş, Osmanlı Devleti’nin ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlandı. Çanakkale hariç olmak üzere Osmanlı Devleti hemen hemen tüm cephelerde yenildi. Yenilen bütün devletler önce ateşkes ve sonra barış antlaşmaları imzaladılar:

İmzalayan Ateşkes Antlaşması Barış Antlaşması

Almanya Retandes Versay (Versailles) (28 Haziran 1919)

Osmanlı Mondros Sevr (Sevres) (10 Ağustos 1920)

Avusturya-Macaristan Vila cousti Sen Jermen (Saint- Germain) 

(10 Eylül 1919) (Avusturya ile)

Triyanon (Trianon) Antlaşması 

(4 Haziran 1920) (Macaristan ile)

Bulgaristan Selanik Nöyyi (Neuilly) (27 Kasım 1919)

Bu ateşkes ve barış antlaşmalarını ilk yırtıp atan Türkler oldu. Mondros’u ve Sevr’i tarihin çöp sepetine attılar. Söz konusu anlaşmaların geçersiz olması, tarihin çöp sepetine atılmasını sağlayan antlaşmaların kadük kalmasını sağlayan parlamentoda onaylanmaması değildi. Mondros da, Sevr de Vahdettin’indir; İstanbul Hükümeti temsilcilerince imzalandı. Nitekim Ankara Hükümeti bunu imzalayanları vatan haini ilan etti ve 150’likler listesine aldı. Sevr, Vahdettin’in başkanlık ettiği Saltanat Şurası’nda (Parlamento yerine) onaylandı. Geçerli olmasını sağlayan İstanbul Hükümeti ve Vahdettin’dir. Geçersiz olmasını sağlayan Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal’dir. Antlaşmayı tanımayıp, imzalayanları vatan haini ilan edip Kurtuluş Savaşı’nı kazanmaları Lozan’ın Sevr’in yerini almasını sağlamıştır. Sevr, geçersizse Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması, Mustafa Kemal ve Lozan sayesindedir.  

Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın imzaladığı yenilgi antlaşmaları şunlardı: 

- Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918)

  - Sevr Barış Antlaşması (10 Ağustos 1920)

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasının ardından Türkiye’nin imzaladığı antlaşmalar şunlar oldu: 

- Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922)

- Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)

Sevr geçerli olsa daha iyi olurdu gibi tezlerle yola çıkan Kadir Mısıroğlu gibi tipler var. Bu patolojik vakaları bir kenara bırakarak, Lozan’ı önemsizleştirmeye çalışanlara birkaç şey söylemek isterim. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı yenildi. Kutülamare, Çanakkale başarıları bu gerçeği değiştirmez. 1683 Viyana’dan beri yenildin. Buna 238 sene son veren Sakarya’da Mustafa Kemal oldu. Büyük Taarruz’u taçlandıran Mudanya ve Lozan’dı. Batı emperyalizminin Şark Meselesi’ni Türklerin aleyhine çözmesini ters yüz edip “Türk Mucizesi”nin mimarı olan Mustafa Kemal’di. Halaskar (Kurtarıcı) Gazi, Kurucu Baba… Bu ölüm kalım savaşıyla ilgili Yahya Kemal Beyatlı şunları yazmıştı:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yâ Rabbi

Senin uğrunda ölen ordu budur Yâ Rabbi

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın

Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!

Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmediğimiz, Sevr’in gerçekte var olmadığı tezleri Lozan’ın başarısız olduğu tezlerine hizmet etmekten başka bir işe yaramaz. Tarih, bu kadar siyasete ve ideolojiye alet edilmemeli… Lozan sınırlarını 1914 sınırlarıyla karşılaştırma garabetine yol açmaya devam eder. 

Karşılaştıracaksak Mondros ile Mudanya’yı, Sevr ile Lozan’ı karşılaştırmalıyız. 1914 sınırları ile 1923 sınırları karşılaştırıp Lozan’da toprak kaybetmişiz demek aklı başında insanın, iyi niyetli bir insanın söyleyeceği söz değildir.   1914 ile 1920’yi, 1920 ile 1923’ü karşılaştırmak gerekir. Dolayısıyla 1914 ile 1923 sınırlarını karşılaştırmak, Birinci Dünya Savaşı’nı ve yenilgisini görmezden gelmektir. Yenilginin bedeli ağır olmuştur: Mondros’u Sevr izlemiştir. Sevr’den kurtarılabilen Lozan’dır. Bu da Milli Mücadele’nin Atatürk’ün önderliğinde başarıya ulaştırılması iledir. Üstelik bu, İstanbul Hükümeti ve Padişah-Halife’ye, onların ihanetine rağmen başarılabilmiştir. Sevr, İstanbul Hükümeti’nin; Lozan, Ankara Hükümeti’nindir. Sevr Vahdettin’in, Lozan Mustafa Kemal’indir. Sevr yenilgi, Lozan zaferdir. Lozan’ın alternatifi Sevr’dir. İlginç bir şekilde Lozan’ı hedef alanlar genelde Vahdettin’cidir. Vahdettin de Sevr’cidir. Sevr’i kayıtsız şartsız kabul edip imzalatan adamdır.  

Lozan eleştirilemez mi? Elbette eleştirilebilir. Ancak insaf ölçüsünde… Mesela Misak-ı Milli sınırlarına ne ölçüde ulaştığı sorgulanabilir. Çünkü Milli Mücadele kadrosunun Osmanlı’yı yeniden canlandırmak gibi ham bir hayali yoktu. Onlar, Mondros imzalandığında işgal edilmemiş toprakların bağımsızlığını savunuyorlardı. Bunun için savaştılar. Tam bağımsızlık uğruna küçük tavizler de vermek zorunda kaldılar. Çünkü daha fazlası için mücadele edecek ne insan gücü vardı ne de maddi imkan (para, silah, cephane…). Örnek verecek olursak İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül’dür. İzmir’in dibindeki Urla’nın kurtuluşu 12 Eylül, Çeşme’nin 16 Eylül, Karaburun’un 17 Eylül. İzmir’den Çeşme’ye bugün otobandan 45 dakikada ulaşabiliyorsunuz. O gün neden acaba bir haftada ulaşılabilmiş? 26 Ağustos’tan beri dur durak bilmeden, uyumadan savaşan Türk ordusunun gücü tükenmişti. Askeri yorulmuştu. Cephanesi bitmişti. Deniz kıyısından Urla’ya, Çeşme’ye giderken kıyıdaki süvarilerini – İzmir Körfezindeki Yunan ve İtilaf devletleri donanmasına karşı- koruyacak tek bir savaş gemisi yoktu. 

Atatürk, Selanik doğumludur. Ordu, 9 Eylül’de İzmir’e girdiğinde Selanik’i almak istemez miydi? Doğduğu toprakları üstelik… Atatürk, bunun imkansızlığının farkındaydı. Enver’in –ve bugün bazılarının- hayalciliğine sahip değildi. Gerçekçiydi. Bir çuval inciri berbat etmeyecek kadar da büyük bir liderdi. Duracağı yeri, gücünü ve imkanlarını biliyordu.

Yine de daha fazlası yapılamaz mıydı? Yapılabilirdi belki… Eğer bugün Lozan’ı küçümseyenlerin dedeleri askerden kaçıp Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp isyan etmeseydiler... İngilizler başta olmak üzere İtilaf devletlerine ruhlarını ve bedenlerini teslim etmeseydiler…  

Bugün Lozan’a karşı olmak; vatana, Türk milletine ve Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e karşı olmaktır. Bu kadar açık ve nettir. Bugün bağımsız bir ülke olarak yaşayabiliyorsak, 95 yıldır barış içindeysek –ki tarihimizde bu kadar uzun barış dönemi yoktur- bunu Lozan’a borçluyuz. Lozan olmasaydı, Sevr olacaktı. O zaman 26 Ağustos 1071’in de bir anlamı olmayacaktı. Lozan, 26 Ağustos 1922 ile birlikte 1071’in tapu senedidir. O tapu senedini yıpratmamak gerekir.

Latince bir deyim var; “Væ victis!” Anlamı, "Veyl mağluba!" Yani “Yenilenlere acımayın!”… Sevr yenilenlere acınmadığının tipik göstergesidir. Üstelik Sevr, sadece bir “belge” değildir; “kanlı bir barış antlaşması”dır. TTK Başkanı Prof. Dr. Turan, Sevr’e neden sadece belge dediğini açıklamalıdır. Burada Sevr’in kadük kalmasını sağlayanın neyin olduğu ortaya konmalıdır. Atatürk’ün kurduğu TTK, Sevr Kurtuluş Savaşı kazanıldığı için mi sadece belgedir, yoksa parlamento onaylamadığı için mi sorusunu yanıtlamak zorundadır. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmış olması Sevr’i barış antlaşması olmaktan çıkarmaz. Nitekim Birinci Dünya Savaşı neticesinde imzalanan barış antlaşmaları nasıl geçerli olduysa bu da geçerli olacaktı. Bunun tipik örneği Versay’dır. Bir öğrencim Versay ile Sevr’i karşılaştırmalı olarak inceleyip kitap haline getirdi:

Bu kitabın arka kapağına tanıtım yazısı olarak şunları yazmıştım: 

“Sevr Barış Antlaşması, tarihi olduğu kadar güncel bir antlaşmadır da… Onunla ilgili olarak toplumun önemli bir kesiminde bazı yanlış bilgiler de mevcuttur. Bunların başında Sevr’in ‘ölü bir antlaşma’ olduğu tezi gelmektedir. Gerekçe olarak gösterilen Osmanlı Meclisi’nde onaylanmadığı iddiası da gerçekçi değildir.

Antlaşma Osmanlı Meclisi’nde onaylanmadığı için ölü doğan bir antlaşma falan değildir. Sevr’i Saltanat Şurası onayladı ve İstanbul Hükümeti temsilcileri de onayladı. Sevr’i ölü kılan Ankara’dır; Büyük Millet Meclisi’nin reddetmesidir. Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla sonuçlandırıp Sevr’in yerine Lozan’ı ikame etmesidir.

Günümüzde Lozan’ı eleştirenlerin Sevr’i incelemelerini ve Lozan’ı Sevr’le kıyaslamalarını istemek gerekir. Sevr’i kıyaslayacağımız bir başka şey de Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan diğer devletlerin imzaladıkları barış antlaşmalarıdır. Cansın Çağdaş Korkmaz da bu değerli çalışmasıyla bunu yapıyor: Sevr ile Versay’ı karşılaştırıyor…”