Osmanlı topraklarının padişahın mülkü olmaktan çıkıp vatana dönüşmeye başlaması 19. Yüzyılın ikinci yarısına rastlar. Bunun önemli mimarlarından biri, hatta önde geleni Namık Kemal’dir. Osmanlı Devleti’ni, Osmanlı kimliği yaratarak ve Meşruti bir rejimle, padişahın mülkünü vatana, tebaayı vatandaşa dönüştürerek kurtarmak isteyen Jön Türklerin temsilcilerinden olan Namık Kemal’in mezar taşında şunlar yazar:

“Ölürsem görmeden millette 

Ümid ettiğim feyzi

Yazılsın seng-i kabrime

Vatan mahzun ben mahzun”

Vatan şairi Namık Kemal, belki mahzun (hüzünlü, üzüntülü) öldü ama, onun da etkilediği kuşakların bağlılığı artık padişaha değil, vatana ve millete idi. Çünkü onlar Batı tarzında açılan askeri ve sivil bürokrasi yetiştiren okullarda eğitim almışlardı. Mustafa Kemal de bu kuşağa mensuptu. 

Mustafa Kemal ve kuşağı, geç Osmanlı-erken Cumhuriyet döneminin insanlarıydılar. 1878’den 1918’e imparatorluğun dağıldığını gördüler. Ve bu dağılmanın tarihsel, siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerini biliyorlardı. İmparatorluğu kurtarmak mümkün olmasa da buradan demokratik bir ulus devlet çıkarmayı başarabildiler.

Osmanlı’nın ağırlıklı olarak Balkanlara dayanan bir imparatorluk olduğu, İttihat ve Terakki’nin Balkanlar’da (Selanik, Manastır) doğduğu hatırlanacak olursa travmanın büyüklüğü daha kolay anlaşılacaktır. Kayıp sadece Balkanlardan ibaret de değildir; İttihatçıların kutsal şehirleri Selanik ve Manastır’ın yanı sıra İslam dünyasının kutsal şehirleri Kudüs, Mekke ve Medine gibi yerler de kaybedildi. Bu kaybı Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı kitabında iç burkan, duygusal bir dille ve hayıflanarak anlatır. 

Mustafa Kemal Paşa, Mondros’un imzalanmasından birkaç ay önce, 1918 yazında tüm umutsuzluklara, karamsarlıklara rağmen Ruşen Eşref’e şunları yazmıştı:

“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız, aziz memleket ve milletim hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür.” 

Mondros’un imzalanmasının üzerinden iki hafta geçtikten sonra, İtilaf devletleri donanması İstanbul’a demirledi. Aynı gün (13 Kasım 1918) İstanbul’a Suriye’den dönüş yapan Mustafa kemal Paşa, kendine ve milletine duyduğu güvenle, “Geldikleri gibi giderler” diyebilmişti. Çünkü umutsuz durum yoktu, umutsuz insan vardı. Oysa Mustafa Kemal, umutsuz olacak insan değildi.

Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen hem Mustafa Kemal hem de onun kuşağı idealistti… İmparatorluğun dağılmasının yarattığı travmaya, uğradıkları ihanete (Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Damat Ferit, Vahdettin) rağmen umutlarını hiç yitirmediler. 

Nitekim o umutla da silaha sarıldılar. Aslında önce Batı’ya Türklerin haklarını sivil eylemlerle anlatabileceklerini sandılar. Bunun olmayacağını Mondros’un ardından başlayan işgaller ve Sevr Antlaşması açık bir şekilde gösterince, silahlı direniş kaçınılmaz oldu. Direnişin önündeki engeller arasında uzun savaş yıllarının verdiği yorgunluk, İttihatçı-İtilafçı çatışması, İstanbul Hükümeti ve Padişahın ihaneti ile birlikte Birinci Dünya Savaşı’nda uğranılan ağır yenilgi de sayılmalıdır. Bununla birlikte direniş başladı, Hatay Dörtyol’da, İzmir’de, Antep’te, Maraş’ta çoban ateşleri yakıldı. Bu ateşleri önünde durulmaz bir yangına çeviren Mustafa Kemal’in birleştirici liderliği ve yarattığı motivasyon oldu. O motivasyonla da milletin elinde ne var ne yok toplanarak tüm enerji 26 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’da kullanıldı. 30 Ağustos 1922’de “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” dendiğinde İzmir’e giren Türk askeri, burada da şehit ola ola şehri, vatanı kurtardı. 

İzmir’in sokakları, caddeleri şehit anıtlarıyla doludur. İki tanesinden söz edeyim:

Biri benim de ortaokul yıllarımın geçtiği Altındağ semtinde:

Diğeri ise Halkapınar’da:

Evet, Mustafa Kemal ve kuşağı için “vatan” ve “namus” kutsal kelimelerdi. Bunların kaybının ne anlama geleceğini biliyorlardı. Vatan duygusunun ve millet bilincinin kaybolmaması dileğiyle Zafer Bayramı kutlu olsun…