Türk tarihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı, bir dönem için üç kıtada at koşturan bir cihan imparatorluğu olsa da fethe ve tarıma dayalı bir imparatorluk olmanın ötesine geçemedi. Çöküşünün ana nedeni değişen Avrupa’nın ticaret ve sanayi alanındaki değişimine, bu alanda yarattığı devrime uyum sağlayamaması idi. Tüm yenileşme/modernleşme çabalarına rağmen kendini kurtaramadı. O kadar ki kaybettiği topraklar için savaş bile açamadı. Tunus, Mısır, Cezayir, Kıbrıs… İkinci Meşrutiyet döneminde kaybedilen toprakları ele geçiren ülkelerin malları boykot edildi. Zaten iç üretim kısıtlıydı ve ithalat ağırlıklı bir ekonomik model mevcuttu. Saman alevi gelen boykot tepkisi, kısa sürede başka ülkeye de sirayet ediyordu. Ama elbette bir sonuç almak mümkün değildi. Boykot, acizlikten başka bir şey değildi. Evet boykot, dün de acizlikti bugün de öyle… İç üretiminiz yetersizse çoğu şeyi dışarıdan alıyorsanız ne ekonominiz ne de devletiniz güçlüdür. 

Cumhuriyeti kuran kadro başta Atatürk olmak üzere, Osmanlı’dan beri devam ede gelen ithalata dayalı ekonomik politikayı değiştirmeye karar verdiler. Kapitülasyonları kaldırdılar. İç üretimi teşvik etmek ve arttırmak için gümrük duvarlarını yükselten, ithalatı kısıtlayan bir ekonomi politikası benimsediler. Dışarıdan ne alıyorsak içeride üretilecekti, paramız dışarıya gitmeyecekti. Bu model, Osmanlı’nın ithalatı teşvik eden iaşeci ekonomik modelinin tam zıttı idi. 

Atatürk, 13 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te İstanbul gazetecilerine İzmir’de toplanacak olan Türkiye İktisat Kongresi’ni haber verirken, “Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı iktisat ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı alan bir devlet olmayacaktır. Ama, yeni Türkiye devleti bir iktisat devleti olacaktır” demiş ve bu değişimin haberini vermişti. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı’nın çöküş nedenlerini görmüş ve onun yerini alan yeni devletin aynı sonu yaşamaması için önlemlerini almışlardı. 

Kurucu kadro, bir an önce sanayileşmek istiyordu. Bunun için özel sektör ya da devletin yatırım yapması konusunda bir ayırım gözetmedi. Türkiye’nin yüzyıllardan beri süre gelen geri kalmışlığını yeterli deneyimini ve birikimi olmayan özel sektörün kapatması mümkün değildi. Sermaye birikimi yetersizdi, fabrika kurma kültürü yoktu. Üstelik 1929 ekonomik krizi sadece özel sektör eliyle bir şeyler yapmanın imkansızlığını açık bir şekilde gösterdi. Devletçilik bu şartlarda doğdu: 

Dönemin devletçilik anlayışı iki temele dayanıyordu:

Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı,

Yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü.

Dönemin resmi yayınlarından On Beşinci Yıl Kitabı’nda (1938) devletçiliğin gerekçesi şöyle açıklanıyordu: 

“Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik bağımsızlığını temin edecek, milleti yabancı fabrika ürünlerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun hammaddelerini yok pahasına satıp onların yabancı ürünlerini çok pahalı bir fiyat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve uygulama ile mümkün olabilirdi.

Yeni Türk devleti bunu sağlamak için en esaslı önlemlerini aldı. 

Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini tanzim etmek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine mahsus zaruri olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısıyla maliyet fiyatındaki yükseklikten doğan nispi pahalılığı korumak için dahili sanayi himaye etmek lazımdı. 

Bu, dışarıdan gelecek mallara fazla gümrük vergisi koymak, yabancı malların ithalatını kısıtlama ve kontrol ile mümkün olabilir. Bu korumacılık ilkesi Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlarla sağlandığı gibi Devletin düzenleyici  elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve ödeme dengeleri temin edilmiş ve dünya piyasalarında Türk toprak mahsullerinin yeri gittikçe genişlemiştir. 

… Cumhuriyet Halk Partisi’nin Devletçiliği, özel ve bireysel girişim ve faaliyetlere imkan vermeyen, mülkiyet haklarını tanımayan ve bütün iktisadi faaliyetlerle her türlü üretim araçlarını Devlet elinde toplayan Kolektivist ve toptan Devletçilikle asla alakalı değildir”. 

Gerekçesi yukarıdaki gibi belirtilen ithal ikameci sanayileşme politikası ile dışarıdan ithal edilen ne varsa içeride üretilmeye girişildi. Bu amaçla hem devlet hem de özel sektör yatırım yaptı. O sayededir ki, 500 yıllık tarihimiz boyunca ihracatın ithalattan fazla verdiği tek dönem 1930’lu yıllar, yani Atatürk dönemidir. Bunun dayandığı temel politikayı şöyle özetlemek mümkündür:

Millileştirme, Karma ekonomi

Denk bütçe

İthalat-ihracat denkliği

Karşılıksız para basmama, 0 enflasyon

Yüksek kalkınma hızı

İzlenen sanayileşme politikası, ithal ikameci bir nitelik taşıyordu. Öncelikli olarak dokuma, şeker, çimento, kağıt, şişe cam, demir çelik vb. alanlarda fabrikalar kuruldu. Demiryollarına büyük önem verildi. 

1930’lu yıllar Türkiye’sinin öncelikli amacı kalkınmaydı. Bu kalkınma, sadece ekonomik değildi; topyekun bir kalkınmaydı (eğitim/kültür dahil). Nitekim bu kalkınma önceliği, İş Bankası’nın başındaki Celal Bayar’ı önce 1932’de İktisat Vekili yaptı, ardında da 1937’de başbakan. İsmet İnönü’nün yerini Celal Bayar’ın almasında Atatürk-İnönü anlaşmazlığı kadar, ülkede öncelikli hedefin değişmesi belirleyici oldu. Güvenlik ve rejim sorunlarının ağırlıkta olduğu yıllarda asker kökenli İnönü, ekonomik kalkınmanın ağırlıkta olduğu yıllarda Bayar… Ve elbette ki Cumhurbaşkanı olarak Atatürk…  

Atatürk döneminin ithal ikameci fabrikalarına şöyle bir bakalım:

Alpulu Şeker Fabrikası (1926)

Uşak Şeker Fabrikası (1926)

Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)

Eskişehir Şeker Fabrikası (1933)

Turhal Şeker Fabrikası (1934)

Bakırköy Bez Fabrikası (1934)

Konya-Ereğli Bez Fabrikası (1934)

Kayseri Bez Fabrikası (1934)

İzmit Birinci Kağıt ve Karton Fabrikası (1936)

Karabük Demir-Çelik Fabrikası (temel atma, 1937)

Ereğli Bez Fabrikası (1937)

Gemlik İpek Fabrikası (1938)

Bursa Merinos Fabrikası (1938)

Sanayileşmeyi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları bir ölüm kalım/bir var oluş meselesi olarak gördü. Fabrika, bir “kale” idi; sanayinin dayandığı makine sesi ise, “musiki” idi. Nitekim 1936 tarihli İkinci Sanayi Planı’nda dönemin İktisat Vekili Celal Bayar, “Türkiye için endüstrileşme bir milli varlık savaşıdır, bir milli müdafaa mücadelesidir ve hiç bir fedakarlık ve sıkıntı bu milli mücadelenin neticesiyle mukayese edilemez” diyordu. Eğitim politikalarını da buna göre dizayn etti. Her şeyden önce eğitim karma ve laik bir temelde geliştirildi. Meslek okulları ile ara eleman yetiştirmeye girişildi. Diğer taraftan zeki ve başarılı çocuklar için yurt dışında akademik eğitim imkanları sağlandı. Bugün de yapacağımız bu bağlamda eğitim sisteminde ara eleman yetiştirmek ve fen lisesi gibi okulların sayısını ve kalitesini arttırmak, Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını, sanayileşmesini sağlayacak üniversite temelindeki eğitim politikalarını yeniden gözden geçirmek olmalıdır. Ancak en önemlisi de hem devlet adamlarımızın ve hem de yatırımcılarımızın ithal ikameci sanayileşmeye dönmeleri ve ardından da ihracatı hedeflemeleri yaşamsal açıdan zorunluluktur. Aksi takdirde İkinci Meşrutiyet döneminin boykot politikalarını, acizliğini tekrarlamak tarihsel açıdan kaçınılmaz olacaktır. Yüz yıl önce trajik olan bu durum, bugün trajik bile olmayacaktır. Amerika’nın yeniden keşfe ihtiyacı yoktur. Bugün “milli ve yerli” söylemini dile getiren yöneticilerimiz, üretimin de yerli ve milli olması gerektiğini unutmamalıdır.