2019 yılı Göbeklitepe yılı ilan edildi. Göbeklitepe Arkeolojik Alanı, Şanlıurfa kent merkezinin 18 kilometre kuzeydoğusunda, Örencik Köyü yakınlarında bulunmaktadır. Yüzey araştırmaları sonucunda Neolitik Yerleşim alanı olarak tanımlanmıştır. Yerleşim alanının gerçek önemi 1994 yılı sonrasında başlatılan kazı çalışmaları ile ortaya çıkmaya başladı ve her geçen gün daha da dikkat çekerek Türkiye’nin en önemli ve popüler kazı alanı haline geldi. Yirmi yılı aşan kazı çalışmaları sonrasında Göbeklitepe’nin 12 bin yıl öncesine uzanan bir kült merkezi olduğu fikrine varıldı. Bununla birlikte tarihin sıfır noktası, başlangıç noktası olarak tanımlanan kazı alanı hakkında bilinmeyenler halen çoğunlukta… Karanlıkta kalan kısımları aydınlatmak için bilim insanları yoğun çaba harcıyorlar. Genel olarak bir kutsal alan olduğu, bozulmadan günümüze ulaştığı bilgilerine sahibiz.
 
Bölgenin tarih açısından önemi, insanlık tarihindeki bilinen ve korunan en eski yerleşim alanı olması. Yukarıda adı geçen neolitik yerleşim tanımlamasını açmak gerek. Yani insanlığın ilk yerleşik hayata geçtiği yerler bu topraklar, bir başka deyişle uygarlığın doğduğu topraklar. Bölge, “Bereketli Hilal” olarak tanımlanan Fırat ve Dicle’nin suladığı Mezopotamya’nın bir parçası… Bu coğrafyada ilk yerleşimler, ilk kentler ve ilk devletler doğdu. Yazı bu coğrafyada bulundu. İnsanlık avcı ve toplayıcılıktan yerleşik hayata, tüketicilikten üreticiliğe bu topraklarda geçti. Kent devletleri sonrasında Anadolu ilk merkezi devlet yapılanmasına Hititlerle ulaştı. Hititler, bir tarım imparatorluğu idi.
 
İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrimin, Neolitik Devrim olduğu söylenebilir. İnsanlığın avcı/toplayıcılıktan ve göçebe hayattan yerleşik hayata geçmesi, köyleri ve şehirleri kurması, toprağı ekmesi ve hayvanları evcilleştirmesi uygarlığın doğuşu anlamına geliyordu. Bu, dünyanın pek çok yerinden önce üzerinde yaşadığımız topraklarda gerçekleşti. Bunun mirasçısı olmakla ne kadar övünsek yeridir. Nitekim Atatürk’ün Hititlere ve Sümerlere sahip çıkmasının arkasında yatan nedenlerden biri de budur. Bir diğeri ise tarihin en eski zamanlarından beri bu topraklara sahip olunduğu tezi ile vatan bilincini geliştirmek ve ulus-devlet yapılanmasına destek sağlamaktı.
 
Ünlü gelecek bilimci Alvin Toffler, Üçüncü Dalga adlı kitabında insanlığın geçirdiği üç büyük devrimden söz eder. Biri sözünü ettiğim Neolitik Devrim’dir, diğer adıyla Tarım Devrimi… İlk devrimi bizim coğrafyamız gerçekleştirdi. Ancak ikinci ve üçüncü devrimi bizim coğrafyamız gerçekleştirmek bir yana deyim yerindeyse ıskaladı. İkinci devrim Sanayi Devrimi’dir; üçüncü devrim ise içinde bulunduğumuz Bilişim Devrimi’dir. Osmanlı Devleti, 10 bin yıldır süren tarım toplumunun bir parçası olmaktan çıkamadığı için çöktü. Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyeti kuranların hedefi, sanayi devrimini yakalamaktı. Coğrafyamızda söz konusu devrimleri tekrar yakalamanın öncüsü Atatürk oldu. Bunu Bereketli Hilal denilen coğrafyada gerçekleştirmeye yakın Türkiye’den başka devlet de yok. Eğer Atatürk’ün izinden giderse…
 
Sanayi Devrimi ve Bilişim Devrimi’ni yakalamak için Asya’nın doğusundan yoğun bir çaba var. Bereketli Hilal denilen topraklarda ise 10 bin yıl önceki bereketin yerini son 500 yılda gerileme, cehalet, sefalet, kanlı çatışmalar aldı… Gözle görülür bir ilerleme de sezilmiyor.
 
10 bin yıllık Bereketli Hilal’in üstünlüğünden sonra Batı’nın son 500 yıllık üstünlüğü kısa gibi gelebilir. Bekleyip görmek gerekir de diyebiliriz. Bu, bana şu hikayeyi hatırlattı (Lao Tzu’ya ait):
 
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara büyük bir servet teklif etmiş ama adam satmaya
 
yanaşmamış. “Bu at, sadece bir at değil benim için; bir dost. insan dostunu satar mı?” demiş. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.
 
İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
 
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş ve at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyara gidip özür dilemişler. “Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.”
 
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz.”
 
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ancak içlerinden “Bu ihtiyar sahiden saf” diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.
 
“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağını asla bilemezsiniz”
 
Birkaç hafta sonra düşmanlar hanedanlığa çok büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere gönderme emrini vermiş. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
 
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”
 
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.” (http://www.cinmacerasi.com/cin-dusunuru-lao-tzunun-oykusu)
 
Lao Tzu, öyküsünün ana dersi, acele ve an’a bakarak karar vermemek üzerine… İngiltere’de bulunan Stonehenge’den yaklaşık 7 bin, Mısır piramitlerinden ise yaklaşık 7 bin 500 yıl eski olan Göbeklitepe, uygarlığın bu topraklarda doğduğunun kanıtı… Bize düşen acele karar vermemek olmakla beraber, herhalde şurası bir gerçektir ki, artık bu topraklar uygarlığın öncüsü olan topraklar değil… Neden öyle olduğu ve nasıl bu hale geldiği sorusuna yanıt aramak bize düşüyor. Ve ilave olarak uygarlığı doğuran toprakların, son 500 yılda uygarlığın kuklası, maşası ve sömürgesi olduğunu ve bunu tersine çevirmek
için de Milli Mücadele’yi yürütenlerin, Cumhuriyeti kuranların tarihin akışını değiştirmeye çalıştığını söylemek de acele olmasa gerek…