Suriye’de yaşanan son gelişmeler, Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu politikasını yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor. ABD ve Rusya arasında kurulmaya çalışılan dengenin işe yaramayacağı, güvenilmez bir ülke görüntüsü yaratacağı, sonuçta yalnızlıkla sonuçlanabileceği açık bir şekilde kendini gösteriyor.
 
2011 yılındaki Arap Baharı, Kuzey Afrika’yı da kapsayacak bir şekilde geniş Ortadoğu coğrafyasında ciddi bir etki yarattı. İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketini bir yer altı muhalefeti olmaktan çıkarıp iktidar adayı/iktidar alternatifi haline getirdi. Müslüman coğrafyanın en uzun ömürlü ve en ilginç örgütlerinden biri olan Müslüman Kardeşler örgütüne Ak Parti iktidarının sempatisi bilinen bir gerçek. Sosyolojik temellerinin yanı sıra siyasal örgütlenme biçimiyle, dünya görüşüyle İhvan hareketi, AK Parti kadrolarında Neo-Osmanlı hayallerini teşvik edici bir mahiyete sahip. Dolayısıyla bu hayalleri gerçeğe dönüştürmek noktasında Ahmet Davutoğlu’nun gerçekçi olmayan ve ütopik “Stratejik Derinlik”i önemli bir unsur olarak devreye girdi. Bu, Türkiye’nin 1990’ların başında Irak’ta izlediği yanlış politikayı tekrar etmesi sonucunu doğurdu. Irak’ta ANAP’ın 1 koyup 3 alma stratejisi nasıl boşa çıkmışsa, benzer bir stratejik hayal kırıklığı Suriye’de de gerçekleşti.
 
Tarihsel anlamda Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili politikasını belirleyen iki temel unsura dikkat çekmek gerekir. Birincisi Milli Mücadele’nin strateji belgesi olan Misakı Milli’dir, diğeri Cumhuriyetin/Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” politikasıdır. Misakı Milli, Arap topraklarındaki halkın kendi kaderlerini tayin etmeleri fikrindeydi ama o topraklar için kan dökmekten yana değildi. Atatürk’ün izlediği aktif, açık ve etkin barışçı dış politika bölge ülkeleriyle ittifaklar kurmaktan yanaydı. Nitekim Balkan Antantı (1934) ve Sadabat Paktı (1937) bu politikanın ürünüdür. Türkiye, coğrafyaya dinsel kimlikle değil ulusal ve laik bir kimlikle bakmayı tercih etmiştir.
 
İngiliz yönetimindeki Mısır’da Hasan El Benna’nın liderliğinde kurulan örgüt, bir sosyal yardım örgütlenmesinin yanı sıra zaman içinde siyasal bir kimliğe de sahip oldu. Ulusal bir hareket değildi elbette, modern anlamda bir örgütlenmeyi yansıtan ümmet temelli bir yapılanmaydı. 90 yılı aşkın bir süredir varlığını sürdürebilmesini sosyal temelli örgütlenmesine de bağlamak gerekir. Bununla birlikte yer yer siyasal hareketler içerisinde yer alsa da etkin olarak örgütün Arap Baharı döneminde, 2010 sonrasında legal bir zemine oturmaya başladığı söylenebilir. Geleneksel iktidar yapılarına karşı bir iktidar alternatifi olarak ortaya çıkan bu hareket, geçmişte Mısır’da yaygın bir şekilde örgütlenmiş ve Ortadoğu coğrafyasına da yayılmıştı… Suriye gibi… Körfez emirlikleri gibi…
 
Müslüman Kardeşlerin Mısır’da doğmuş olmasının da dikkat çekici olduğunu söylemek gerekir. Türkiye ve İran kadar olmasa da Ortadoğu’daki güçlü devlet yapısına ve geleneğine sahip bir ülkedir Mısır. Mehmet Ali Paşa’dan bu yana devam ede gelen 200 yıllık bir modernleşme çabası vardır. İngiltere’den bağımsızlığını elde etmesinden sonra ağırlıklı olarak asker kökenli tek adamlar tarafından yönetilmesi bu gerçeği değiştirmemektedir.
 
Türk dış politikası, Cumhuriyetten günümüze kadar ciddi kırılmalar geçirse de ulusal ve laik temellere dayanan barışçı politikasını yakın yıllara kadar genel olarak sürdürdü. Ortadoğu’daki dinsel yapılanmalardan da uzak durdu. Örneğin Demokrat Parti iktidarının ortalarında yayınlanan bir kararnamede Müslüman Kardeşlerin yayınlarının Türkiye’ye sokulması yasaklanıyordu. Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan 15 Şubat 1956 tarihli Kararnamenin altında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ile birlikte bakanlar kurulu üyelerinin de imzası vardı. Ayrıca Müslüman Kardeşler ile bir tutulan diğer yapılara da göz önünde tutmak, nereden nereye geldiğimizi göstermesi açısından anlamlıdır. Cumhuriyet “millet” kavramına dayanıyordu. “Ümmet” fikrini Cumhuriyetin geride bıraktığı bir düşünceydi. Milletler çağında ümmet düşüncesi yüzlerce yıl geriye gitmekten başka bir şey değildir.