‘’Biz minicik çocuklarken bir sabah uykumuzdan derinlerden gelen yanık bir 'Beeeee!' sesi ile uyanırdık.

 

İlk gün pek bir şey fark etmesek de kısa süre içinde iki tane, üç tane...

Derken bir kaç ve birçok 'beeee' sesi sağdaki soldaki evlerin bahçelerinden gökyüzüne yükselmeye başlar; bu titrek ürkek tınılar aynı notanın andante vurgularında tüm mahalleyi sarardı.

Beeeee. Beee…

....Anlardık.

 

Onlara bakmamız, iyice beslememiz söylenirdi. Sanki üç-beş günde semirmesi mümkünmüş ya da, birkaç mikrogram fazlalık et pek bir önemliymiş gibi garibanı ‘son akşam yemeği’ tadında yedirir içirir ve gezdirir mahallece ağırlardık!!

 

Çok sıklıkla olmasa da bu dört ayaklı sevimliler ilk canlı oyuncaklarımız olduğundan aramızda duygusal bağ oluşturanlar da çıktı. Hayvancağızın misafirlik süresi daha uzun olmuş olsa eminim bu trajediler çok daha boyutlu yaşanabilirdi.

 

Bizim jenerasyonumuzun anneleri ve babaları büyük çoğunlukla evde hayvan beslenmesine çok karşı çıkan ve bu konuda aşırı titizlik öne sürerek değil evden içeri girmesine, apartman kapısından bile geçmesine tepki gösteren ebeveynlerdendi.

 

Bizim bu şirinleri sokakta sevmemiz yanına yaklaşmamız dahi sakıncalı bulunurdu.

Her köpek potansiyel kuduzdu, pisti ve mikropluydu. Daha da abartanlar köpekli eve bile gitmez orada pişirilen yemekleri yemezdi.

Çoğu büyükler 'ısırır' diye korkutarak bizi olası bir  sorundan korumaya çalışır, daha cahiller de ‘köpek gelip seni yiyecek’ şeklinde bir canavarlık ilintisi ile yüreklere korku salarlardı.

 

Konumuza dönecek olursak, bizim bir çoğumuzun yüreğinde bir şeklide izler bırakmış olan ilk hayvan dostumuz bir kurbanlık koyundur!

 

Büyükleri tarafından biz tazeciklere verilen hayatlarımızın ilk ve en önemli sorumluluğu da, kesimlik bir hayvancığı son günlerinde iyi beslemek ve kaçmasını önlemek olmuştur.

 

Ne yazık ki bizim minik dünyamızda onlarla ne tür bir bağ kurulmuş olabileceğini kimse sorgulamaya soyunamadı. Kör bıçaklar, hamile koyunlar, kesilirken elden kaçanlar, yakalamak için işkence edilenler, ehliyetsizler, yavrular, anneler…..Ve onları seyreden bizler!

 

Sanki ülkenin tüm idari birimleri bir dini geleneğin olabilecek en kötü ve en olumsuz haliyle uygulanması için hem fikir hem de beyin birliği içindeydiler.

Onca pedagog, psikolog, ilim ve bilim adamı, eğitmen, öğretmen hatta duyarlı anne- baba gerçekleri görmemeyi tercih etti, ya da tepkisiz kaldılar.

 

Bizler çocuklukta bu derinliğe eremedik şüphesiz. Kara koyun ak koyun, hepsiyle arkadaş olduk. Kaçmasın diye iplerini sıkıca bağladık, kaçanları kovaladık. Otlar topladık, yedirdik, sularını verdik, okşadık sevdik.

Sonra o sabah………

 

Benim acılarım ve anılarım bende saklıdır. Ben yıllarca ve yıllarca o günün sabahı, her nerede olursam olayım perdeleri sıkıca kapatıp müziği de sonuna kadar açarak devekuşuculuk oynarım. Sokağa çıkmam, çıkarsam da sağa sola bakmam, gözlerimi kaçırırım.

 

Başım da öndedir benim hep .

Utanırım o hayvancıklardan. İnsanlığımdan utanır içimden gün boyu, her adımda onlardan af dilerim.

Ve…

Hiç affetmem.’’

 

( ‘DİNOZOR ÇAĞINA BİLET’ İSİMLİ KENDİ KİTABIMDAN ALINTIDIR.)