Facebook ve Twitter gibi sosyal medya alanlarında paylaşılan ama gerçekliği sorgulanmayan ve giderek yaygınlaşan bir görsel malzemeler, tarihsel belge diye ortada dolaşıyor. Paylaşılan malzemeler bir tür belge fetişizmi ile sorgulanmadan ya da doğruluğu araştırılmadan zincirleme bir şekilde paylaşılmakta. Üstelik bunların bir bölümü akademisyenler tarafından bilimsel yayınlarında da kullanılmakta. Bunlar içerisinde en yaygın olanları Atatürk ile ilgili…  

 

1. Atatürk ve Ortadoğu

 

 

 

Yukarıdaki iki belge ve bunların değişik versiyonları internet üzerinde sıklıkla paylaşılmaya devam etmekte. Yapılan paylaşımlarla birlikte Atatürk’ün emperyalizme, Batı’ya verdiği ders yorumları yapılmakta. Ayrıca Atatürk’ün İslam coğrafyasına nasıl sahip çıktığı da vurgulanmakta. 

Atatürk, gerçekten böyle bir konuşma yapmış olabilir mi?

Konuşmanın yayınlandığı belirtilen gazete, The Bombay Chronicle. Alıntının da Hakimiyeti Milliye gazetesinden yapıldığı belirtiliyor.  Gelelim değerlendirilmesine:  

Baştan söyleyelim. Atatürk böyle bir konuşma yapmadı. İlginç olan kendini Atatürkçü olarak niteleyenlerin bu konuşmayı övünme amaçlı paylaşmaları. Gerçekten Atatürk’ü iyi tanımış olsaydılar, konuşmayı okuduklarında içeriğinden şüphelenmeleri gerekirdi. Bu konuşma Milli Mücadele yıllarında yapılmış olsaydı belki içindeki dinsel söylem anlaşılabilirdi. O dönemde bile Türkiye Misak-ı Milli sınırlarının dışına çıkmayı, İslam dünyası için savaşmayı planlamamıştı. 1930’lar Türkiye’si laikliğin ve seküler milliyetçiliğin yükseldiği yıllardır. Atatürk, bu yıllarda -hatta daha 1923’ten itibaren- dinsel içerikli bir konuşma yapmadı. Dönemin Türkiye’sinin milliyetçilik anlayışı yayılmacı değildi ve Misak-ı Milli ile sınırlıydı. Türkiye, dış politika sorunlarını barışçı yollardan çözmeye gayret etti. Musul, Boğazlar ve Hatay, 1923 sonrası Lozan’dan geriye kalan sorunlardı. Bu sorunlardan son ikisi, 1930’ların ikinci yarısında Türkiye lehine çözümlendi. Nitekim Atatürk, 1931 yılında “Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz” demişti. Dönemin Türkiye’sinin dış politikası aktif bir barışçı politika izlemekten geçiyordu ve çok yönlü bir nitelik taşıyordu: Batı ile iyi ilişkiler, Sovyet Rusya ile iyi ilişkiler ve bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler (Balkan Antantı ve Sadabat Paktı). 

Belgenin dili de 1930’ların ikinci yarısının diline uymuyor. Dil devrimi sonrası daha sade bir dil kullanıldığını belirtmek gerekir.

Yine ikna olmadıysanız devam edelim:

Konuşmanın Hakimiyeti Milliye gazetesinden alındığı belirtiliyor. Oysa o tarihte Hakimiyeti Milliye diye bir gazete yok. Söz konusu gazete birkaç yıl önce isim değiştirmiş Ulus adını almıştı.

Yine mi ikna olmadınız? Devam edelim o zaman:

Konuşmanın TBMM’de yapılmış olduğu belirtildiğine göre TBMM Zabıt Ceridelerinde olması gerekir. 1937 yılının yaz aylarındaki sayılarına baktığımda da bulamadım.

Atatürk’ün TBMM’de yaptığı konuşmalar Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt I adlı kitapta yer alıyor. Buradaki konuşmaların tümü incelendiğinde görülüyor ki, Atatürk böyle bir konuşma yapmamış. Ayrıca dikkat çekici bir nokta da, Atatürk’ün 1924 yılından itibaren sadece 1 Kasım’larda konuşma yapmasıdır; yani, TBMM’nin o zamanki açılış tarihi olan 1 Kasım tarihinde açılış konuşmaları dışında TBMM’de bir konuşma yapmadı. 

Dönemin gazetelerinde de böyle bir konuşma yok. Herhangi bir hatırada da geçmiyor.

Ama konuşma metni Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde yer alıyor:

Tarih: 20/8/1937 Sayı:  Dosya: 438A25 Fon Kodu: 30..10.0.0 Yer No: 266.793..25. 

Atatürk'ün Avrupa'nın Filistin ve İslam topraklarını hakimiyeti altına almasına Türklerin izin vermeyeceğine dair nutkunun Bombay Cronicle gazetesinde yayınlanması.

Peki bu nasıl olmuş? Neden The Bombay Chronicle bu sahte konuşmayı yayınlamış? Onun için söz konusu gazeteye bakmak gerekir:

 

 

Gazete, İngilizlere karşı Hint milliyetçilerinin çıkardığı, bağımsızlık yanlısı bir gazete. Muhtemelen Hint Müslümanlarının uydurduğu ya da Hint Müslümanlarını mücadeleye kazanmak için uydurulan bir konuşma bu.  Türkiye’nin dışişleri yetkilileri de gazetedeki bu metni Başbakanlığa iletmiş. Arşive de öyle girmiş.

Konuşmanın BCA’da yer alması, bazı tarihçileri yanılgıya sürüklemiş ve gerçekmiş gibi kullanmalarına yol açmıştır:

Bayram Bayraktar, “Atatürk’ün Orta Doğu Politikası”, http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/BAYRAKTAR-Bayram-ATAT%C3%9CRK%E2%80%99%C3%9CN-ORTA-DO%C4%9EU-POL%C4%B0T%C4%B0KASI.pdf  (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016).

Mehmet Çelik, “Türkiye’nin Ortadoğu Çıkmazı”, http://kurumsal.data.atilim.edu.tr/pdfs/081127.pdf (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016).

Ahmet Rıfat Güzey, “Türkiye AB’ye mi, Yoksa Avrupa Türkiye’ye mi Giriyor?”, http://www.kefdergi.com/pdf/15_1/323.pdf (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016). 

Yaşar Kalafat, “Kültürel Kimlik Algılayışına Eleştirisel Bir Yaklaşım”, http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/kalafat_kulturel_kimlik.pdf (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016). 

Sinan Meydan, “Cemaatin Kadrolu Tarihçisine (CKT) Cevaplar”, http://odatv.com/cemaat-bu-laflari-kaldiramaz-0108101200.html (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016). 

Sait Yılmaz, “Atatürk, Ortadoğu ve Filistin”, http://usam.aydin.edu.tr/ATATURK_ORTADOGU_VE_FLSTN(1d,%203a).pdf (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016).

 

2. Atatürk’ün Masasında 32 Kral ve 62 Cumhurbaşkanı

 

 

Atatürk’ü yüceltmek ya da belki de küçültmek adına bazı fotoğrafların bazı yanlış yorumlar eklenerek dolaşıma sokulduğu da görülmektedir. 

Fotoğrafın üstünde yazdığına göre, 32 kral, 62 cumhurbaşkanı gelmiş Türkiye’ye… Fotoğrafın 1930’larda çekildiği belli. Ancak, o dönemde bu kadar devlet de yok, Türkiye’ye topluca gelen devlet başkanı da… Fotoğraf, muhtemelen Cumhuriyetin ilk yıllarında düzenlenen bir yemekte çekilmiş… 

3. Atatürk’ün Elini Öpen İngiliz Kralı

 

Yukarıdaki fotoğraf, “Atatürk’ün elini öpen İngiliz kralı” diye sosyal medyada dolaşıma sokulmuş. Bu fotoğraf muhtemelen 1927 yılına ait.  Oysa İngiltere kralı VIII. Edward 1936 yılında Türkiye’ye geldi. Eğilen kral değil sıradan bir vatandaş. Elini öptürmemek için de uğraşan Atatürk…

4. Cumhurbaşkanını Meclis Seçsin Diyen Atatürk

 

Yukarıda yapıldığı iddia edilen konuşma da tamamıyla uydurma… Kısaca nedenini söyleyeyim. Yıl, 1924… Atatürk, cumhurbaşkanı… Atatürk, söz alıp kürsüye çıkıyor, diye anlatılıyor. Bir cumhurbaşkanının, Meclis’te Anayasa tartışmalarına katıldığı nerede görülmüş? Üstelik söz alıp kürsüye çıkıyor… Akıl alacak iş değil… Günümüz Türkiye’sine dair de birebir göndermelerde bulunuyor. Bu uydurma konuşma metinlerini kimler hazırlıyor? Bilmiyorum. Bunun ardında bir iyi niyet aramak mümkün değil… Ancak mantık süzgecinden geçirmeden bunlara inanmak da pek normal bir durum değil… İsteyen dönemin TBMM tutanaklarını internet üzerinden inceleyebilir, araştırabilir.

5. Atatürk’ün 17-25 Aralık Öngörüsü

 

Bu da uydurma bir konuşma… TBMM tutanaklarında da yok, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri’nde de… AKP, Tayyip Erdoğan ve Gülen Cemaati’ne yönelik göndermeler içerecek şekilde uydurulan bir konuşma, sadece gülünç deyip geçeyim… 17 Aralık (1927) tarihinin not düşülmesi de manidar diyelim.  Ancak yine de konuşmayı ciddiye alıp kullananlar da var: 

https://www.anitkabir.com.tr/Dosyalar/Resimler/Dergi/Anitkabir-Dergi-57.pdf (son erişim tarihi: 11 Ocak 2016). 

 

6. Atatürk’ü İnönü mü öldürttü?

 

Atatürk’ün sağlık durumu ve ölümü ile ilgili rivayetler uzun yıllardan beri çeşitli kesimler tarafından dile getirilmekteydi. Tedavisinin iyi yapılmadığı ya da Masonlar tarafından öldürüldüğü gibi rivayetler bunlar arasındadır. Bunların aslı astarı da yoktur. Atatürk’ün sağlığı ve ölümü üzerine şu akademik iki kaynağı öneririm:

- Bilal N. Şimşir, Atatürk’ün Sağlığı, TTK Yay., Ankara, 1989.  

- Eren Akçiçek, Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü, Güven Kitabevi, İzmir, 2005. 

Türkiye’de olayları anlamaya ve öğrenmeye yönelik çaba harcamaktan ziyade iç ve dış komplo teorilerine itibar etmek son derece yaygın. Bu muhtemelen az okumaktan, araştırmaya zahmet etmemekten ya da ideolojik bakış açısından kaynaklanıyor. Ne yazık ki toplumda var olan bu potansiyeli ülkeyi yönetenler de besliyor, hatta kendi siyasal çıkarlarına alet ediyor. Üstelik buna malzeme sağlayan “sözde tarihçiler” de mevcut.

Atatürk ve İnönü arasındaki anlaşmazlığa dair iki akademik kaynak da önereyim:

- Hakkı Uyar, Tek Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yay., İstanbul, 2012. 

- Cemil Koçak, Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1945) Cilt 1, İletişim Yay., İstanbul, 2012. 

Koçak ile döneme bakış açımızda bazı farklılıklar olmakla beraber, Atatürk-İnönü anlaşmazlığını kapsayacak bir şekilde dönemin özelliklerini şöyle özetlemek mümkün:

Atatürk ve İnönü; Türkiye’de tek parti dönemi olarak tanımlanan 1925-1945 yılları arasını kapsayan dönemde iktidarı ellerinde tutan isimler oldu. Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı dönemini (1923-1938), İnönü’nün cumhurbaşkanlığı (1938-1950) izledi. Bu iki dönemin birbiriyle ilişkisi konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar, iki dönemin birbirinden tamamıyla farklı olduğunu söylerken; bazı araştırmacılar da iki dönemin birbirinden hemen hiç farkının olmadığı fikrindedir. Aslında iki dönem, ne birbirinin tamamen aynıdır ne de birbirinin tamamen zıddıdır. Dolayısıyla iki dönem arasında bir süreklilik olmakla beraber önemli kırılma noktaları da vardır.

Atatürk’ün 1937’de İnönü’nün yerine Celal Bayar’ı başbakanlığa getirmesinde ülkenin önceliklerinin değişmesi de etkili oldu. İnönü’nün başbakanlığı döneminde devrimler gerçekleştirilmiş ve rejimle ilgili sorunlar çözülmüştü. Bunlar 1920’ler Türkiye’sinin öncelikleriydi. 1930’lar Türkiye’sinin temel sorunu ise sanayileşmeydi, kalkınmaydı. Bu nedenledir ki Atatürk, 1932’de ekonominin başına getirdiği Bayar’ı –ki Bayar o tarihe kadar İş Bankası’nın başındaydı-, 1937’de başbakanlığa taşıdı. İnönü’nün yerine Bayar’ın gelmesinin ana nedeni de kalkınmaya verilen öncelikti. Bunun dışında Atatürk ile İnönü arasındaki kişisel anlaşmazlıklar ve dış politika konusundaki fikir ayrılıkları (Hatay Sorunu, Nyon Konferansı) da Bayar’ın tercih nedeni oldu. Eğer dönemin temel önceliği kalkınma/sanayileşme olmasaydı pekala ki İnönü’nün yerine Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras gibi isimler geçebilirdi.

İnönü'nün başbakanlıktan ayrılışı iki aşamalı oldu. İlk aşamada, İnönü'nün bir buçuk aylık izne ayrıldığı ve yerine Celal Bayar'ın vekalet edeceği kamuoyuna Anadolu Ajansı aracılığı ile duyuruldu (20 Eylül 1937). 26 Eylül tarihli gazetelerde yer alan haberde, başbakanlıkta kesin değişiklik yapıldığı belirtilmekte ve Bayar’ın TBMM açılana kadar vekaleten görevi sürdüreceği belirtilmektedir. Söz konusu haberde, başbakanlıktaki değişikliğin fikir ayrılığı nedeninden kaynaklanmadığı, değişen şartlar nedeniyle başbakanlıkta değişiklik yapıldığı ileri sürülmektedir. Çünkü bir büyük asker ve diplomata ihtiyaç gösteren başbakanlık makamı, bu yeni dönemde ekonomiden anlayan birine gereksinim göstermişti. 1930’lar Türkiye’sinin temel sorunu topyekun kalkınma idi. Bu nedenle yapılabilecek en doğru uygulama, ekonomiden anlayan birini doğrudan doğruya işbaşına getirmekti.

Atatürk’ün 1938 yılında vefatı üzerine CHP’nin Değişmez Genel Başkanlığı, Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’ye geçti. 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP Olağanüstü Kurultay’ında kabul edilen tüzükle, İsmet İnönü Değişmez Genel Başkan olurken (madde 3), Atatürk de CHP’nin kurucusu ve ebedi başkanı ilan edildi (madde 2). Değişmez Genel Başkan, ancak şu üç koşuldan biri gerçekleştiğinde değişebilecekti: Ölüm, görev yapamayacak kadar hasta olma ve istifa. Bu üç koşuldan biri gerçekleştiğinde, Kurultay olağanüstü olarak toplanacak ve yeni bir Değişmez Genel Başkan seçecekti (madde 4). Böylece, değişmez genel başkanlığın sürekliliği vurgulanırken; değişmez genel başkanın değişme koşulları da belli bir esasa bağlandı. Oysa, daha önceki tüzüklerde değişmez genel başkanın hangi koşullarda değişebileceği esası üzerinde durulmamıştı. Sonuç olarak daha önce geçici olarak düşünülen değişmez genel başkanlık daimi bir nitelik kazanmış oldu.  

CHP’nin 26 Aralık 1938 tarihli Olağanüstü Kurultay’ında dikkat çekici bir gelişme de Atatürk döneminde sık sık kullanılan, fakat resmi bir nitelik kazanmayan Şef kavramının –ki bu kavram dönemin dünyasında çok yaygındır- resmi bir nitelik kazanması oldu. Atatürk, Ebedi Şef, İnönü de Milli Şef olarak tanımlandı.  

Bayar, Atatürk’ün son, İnönü’nün ilk başbakanıydı. Ancak, Bayar’ın İnönü dönemindeki başbakanlığı kısa süreli oldu ve geçiş dönemi başbakanlığı niteliği taşımaktaydı. Atatürk'ün vefatı üzerine, Cumhurbaşkanı seçilen İnönü'nün ye­ni kurulan Celal Bayar Hükümeti’nde (İkinci Bayar Hükümeti: 11 Ka­sım 1938-25 Ocak 1939) iki kişiye görev verilmemesi özellikle dikkat çekiciydi. Bunlar, İnönü karşıtlıklarıyla ve eylemleriyle -İnönü’yü yurt dışına büyükelçi olarak göndermeye yönelik başarısız girişimi- bilinen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'tı. Bu iki kişinin yerine, İnönü'nün güvenilir adamları getirildi: İçişleri Bakanlığı'na -İnönü'nün başbakanlıktan istifa et­tiği dönemde- hükümetten ayrılan Refik Saydam atandı. Dışişleri Bakanlığı'na ise, yine İnönü'ye yakın kişilerden Şükrü Saracoğlu geldi. İnönü'nün Kaya ve Aras'ın yerine hükümete soktuğu Saydam ve Saracoğlu ilerleyen yıllarda İnönü'nün başbakanları görev yaptı.

İçişleri Bakanı değişikliği ile polis ve istihbarat teşkilatını kontro­lü altına alan İnönü ikinci aşamada Bayar'ı tasfiye etti. Bayar'ın yerine başbakanlığa Refik Saydam getirildi. Saydam, Ocak 1939'dan Temmuz 1942'ye kadar başbakanlık yaptı. Refik Saydam ülkede her şeyin A’dan Z’ye bozuk olduğunu söyleyen bir başbakandı. Burada bir önceki dönemde devralınan mirasa yönelik bir eleştiri söz konusuydu. O'nun ölümü üzeri­ne de bu göreve getirilen Saracoğlu, Ağustos 1946'ya kadar başbakan­ olarak kaldı.

Bakanlıktan uzaklaştırılan Kaya ve Aras, 1939 yılında yapılan ye­ni milletvekili seçimlerinde milletvekilliğine de aday gösterilmediler. Bu durum, İnönü'nün en büyük hedefinin bu iki kişi olduğunu göstermektedir.

İkinci aşamada ise tasfiye edilen Bayar'ın kurduğu hükümet çeşitli yolsuzluk olayları ile sarsıldı ve böylece, Bayar'ın tasfiyesi daha ko­lay oldu. Bayar hükümetini sarsan yolsuzluk olayları şunlardı: İs­tanbul Valisi Muhittin Üstündağ olayı, Uçak kaçakçılığı olayı/Ekrem König olayı ve Denizbank skandalları. Tüm bu olaylarla yıpranan ve gerçekte de geçici bir özellik taşıyan Bayar'ın kurduğu hükümetin ye­rine, Saydam'ın kurduğu hükümet aldı. Bayar, başbakanlıktan ay­rılmakla beraber, milletvekilliğini sürdürdü. Kaya ve Aras gibi, tam bir tasfiyeye tabi tutulmadı. Bayar, tek parti yönetiminin so­nunu hazırlayan çok partili yaşam öncesi tekrar gündeme gelecektir. 

Yeni Şafak’ın iddiası

Yeni Şafak Gazetesi’nde yer alan haberde İnönü’nün Şükrü Kaya ile işbirliği yaparak Atatürk’ü öldürttüğü, zehirlettiği ima edilmektedir. 

- Belge diye ortaya konanlar nereden alınmıştır? Cumhurbaşkanlığı Arşivi, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, İçişleri Bakanlığı Arşivi? İddia sahipleri bunu ortaya koymalıdır.

- Sanal ortamda nasıl belgelerin imal edildiği son yıllar Türkiye’sinin malumudur. Dolayısıyla gazetede yer alan 1938, 1959 ve 1962 yıllarına ait olduğu belirtilen üç belge farklı yıllara ait olmakla beraber birbirlerine çok benzemektedir. 

- Eğer belgeler kayboldu ise bu belgeler nereden ortaya çıkmıştır?

- Belgelerin CHP Arşivi’nde yer aldığı izlenimi verilmektedir. Ancak Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde yer alan belgeleri inceleyenler bilecektir ki, bu belgelerin üzerinde tarih, sayı ve kayıt numaraları bulunmaktadır. Oysa bu belgelerin kayıt altına alındığına, sayı/numara verildiğine dair hiçbir bir veri bulunmamaktadır. 

- Elimde bulunan 1938 yılına ait Şükrü Kaya imzalı yazışmalara baktığımda (Örneğin bkz. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Örgütüne Genelgesi İkinci Kanun 1938’den 30 Haziran 1938 tarihine kadar, Cilt 12, Gizlidir, İşe özgü ve özeldir. Parti bürolarında kullanılacaktır, Ulus Basımevi, 1938), Kaya’nın belgelere “Dahiliye Vekili” diye değil, “Dahiliye Vekili, CHP Genel Sekreteri” diye imza attığı görülmektedir.    

- Gülek’in 1959 tarihli mektubunda da “Cümhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği” ifadesi geçmektedir. Cümhuriyet ifadesi, 1930’lar Türkiye’sinde kullanılan bir ifadedir. 1959 gibi geç bir tarihte kullanılma ihtimali pek düşüktür.

- Şükrü Kaya’nın “TBMM Özel” antetli bir kağıtla İnönü’ye bir mektup göndermesi de çok anlamlı görülmemektedir. Bu kağıtla bir nevi dönemin bloknotu olarak milletvekillerinin not tutması için kullanılan kağıtlardır. İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri’nin Cumhurbaşkanı olmasını istediği eski Başbakan’a böyle bir kağıtla ciddi bir konuda “mektup” göndermesi ne ölçüde ciddidir?

Yukarıda saydıklarım teknik açıdan imal edilmiş izlenimi verilen belgelere yönelik şüpheleri dile getirmektedir. Aslında onlara çok da gerek kalmadan rasyonel olarak şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür:

- Atatürk döneminin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya (aynı zamanda CHP Genel Sekreteri) ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İnönü’yü siyasal yaşamdan silmek için yoğun çaba harcayan insanlardı. İnönü’nün başbakanlıktan ayrılmasından sonra, O’nu tamamen siyasal yaşamdan silmek için yurtdışına büyükelçi olarak göndermek istediler (Bunun geçmişte örnekleri vardı: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fethi Okyar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu). İnönü için uygun görülen yer de ABD idi. İnönü, bu teklifi şiddetle reddetti. Eğer İnönü teklifi kabul etmiş olsaydı, dönemin ulaşım imkanları nedeniyle Atatürk’ün vefatı durumunda ülkeye dönene kadar çoktan Cumhurbaşkanı seçilmiş olurdu. Böylece İnönü tasfiye edilecekti. Bunun üzerine seçimleri erkene alarak İnönü’nün milletvekili olmasını engelleme arayışları da oldu. Bu da gerçekleşmedi. Aras-Kaya ikilisi, dönemin Başbakanı Bayar ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tan da destek alamayınca planlarını gerçekleştiremediler. Cumhurbaşkanlığı konusunda adı geçenlerden biri de dönemin TBMM Başkanı Abdülhalik Renda idi. Tüm planlara rağmen İnönü Cumhurbaşkanı olunca ilk iş olarak Kaya ve Aras’ı tasfiye etti. Bu Kaya’nın İnönü ile işbirliği yaparak Atatürk’ü zehirletmesi mümkün mü?

- Gelelim Kasım Gülek’e… Hıfzı Oğuz Bekata’ya yazıldığı belirtilen mektup, Şubat 1959 tarihli. Gülek, 1950-1959 yılları arasında İnönü’ye rağmen CHP Genel Sekreterliği yaptı. İnönü, Kaya gibi Gülek’ten de hazzetmezdi. Hepsinin CHP’li olmaları, birbirlerini sevdikleri ve işbirliği yaptıkları anlamına gelmiyor. 1959 yılı İnönü-Gülek geriliminin tavan yaptığı bir dönem. İnönü, uzun yıllar çaba harcadıktan sonra Kurultay’ın seçtiği genel sekreteri Parti Meclisi’nin görevden alabilmesine Kurultay’dan onay almasının ardından çok geçmeden –geçerli bir nedene dayanarak- Gülek’i genel sekreterlikten aldı (Eylül 1959).   

- Sonuç olarak İnönü ile arası açık olan Kaya’nın ve sonraki yıllarda da Gülek’in böyle bir olayın parçası olarak gösterilmesi bu iddianın en zayıf halkası olarak kendini gösteriyor. 

- Yine de bir tarihçi olarak çok zayıf bir olasılık da olsa yazışmaların bir kısmının gerçek olabilmesi ihtimalini görmezden gelmek istemem. Böyle bir ihtimal bile “parti içi gevezelik”ten öteye geçmez zannımca. Bu durumda da yazışmalarının tümünü görmek gerektiğini, tüm yazışmaların ne kadar gerçek olduğunun tarihçilerin incelemesine açılmasını talep ederim. 

- Eğer belgeler imal edilmişse ya da çarptırılmışsa ve bunlar iktidarla ilişkisi malum olan bir gazetede yayınlanıyorsa, bu durum tek kelimeyle vahimdir. Orwell’in 1984’ündeki belge imaline benzemektedir. 

- Ergenekon-Balyoz davalarına ilişkin belgelerde yapılan tahrifat ya da Kabataş olayındaki asılsız iddialar, benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuz ihtimalinin uzak olmadığı izlenimini vermektedir. 

Son olarak Yeni Şafak’taki haber Demokrat Parti’nin başlattığı ve AKP döneminde de devam eden İnönü’yü itibarsızlaştırma çabasının bir parçası niteliği de taşımaktadır. Ayrıca seçim malzemesi ihtiyacının bir ürünü olarak görülüyor.

Sonuç olarak sosyal medyada dolaşan ve bilgi kirliğine yol açan, imal edilmiş belgelere karşı dikkatli olmakla fayda var. Ancak zamanın ruhu, bu ve benzeri belge kirlilikleriyle daha sık karşılaşmaya devam edeceğimizi gösteriyor.  

 

Okuma listesi:

http://www.egemeclisi.com/kose-yazisi/4834/o-konusmayi-ataturk-mu-yapti.html 

http://www.egemeclisi.com/kose-yazisi/4658/ataturku-inonu-mu-oldurttu.html