Ünlü gelecek bilimci Alvin Tofler, Üçüncü Dalga adlı kitabında tarih boyunca toplumların üç büyük devrim yaşadığını anlatır:

-          Tarım Devrimi

-          Sanayi Devrimi

-          Bilişim Devrimi

Tarım devrimi, insanların göçebelikten yerleşik hayata geçtikleri, nehir kenarlarında ilk köyleri kurdukları, tohumu ıslah edip hayvanları evcilleştirdikleri dönemdir (Neolitik Devrim). Bu dönem milattan 8-10 bin yıl önce başlar ve sanayi devrimine kadar sürer. Söz konusu dönemde ekonominin dayandığı iki temel vardı. Biri tarımsal üretim, diğeri hayvancılık. Dolayısıyla hayvancılık varsa çobanlık da vardı. Bu bağlamda çobanlık toplumsal hayatın tam da merkezinde idi. Son derece önemli ve saygın bir meslekti. O nedenle de bir metafor olarak tanrının, peygamberlerin ve kralların çoban olarak görülmesi şaşırtıcı değildir. Tanrı, insanların çobanı olarak görülür. Ha keza Hz. İshak, Hz. Yakub, Hz. Musa ve Hz. Muhammed de çobanlık yapmıştı. Krallar ile çobanlık arasında da tarih boyunca ilişki kurulmuştur. Mısır hanedanlarından Hiksoslar, çoban krallar olarak bilinir. Çobanlık, bir tür yöneticilik olarak görülmüştür.

Antik Yunan’da Platon da çoban metaforunu kullananlardandır. Ancak o, site yöneticisi/devlet adamı için çobanlığı değil, dokumacılığı uygun görmüştür. Toplumu bir kumaş olarak dokuyup bir arada tutan anlamında…

Toplumların modernleşmesi, yani sanayileşme süreciyle beraber çobanlık karizma yitimine uğradı. Çünkü kırsal yerleşimin yerini kentsel yerleşim, tarımsal üretimin yerini sanayi üretimi aldı. Dolayısıyla çobanlık toplumdaki en itibarlı meslek olmaktan çıkıp itibarsızlaştı. Ancak yine de politikacıların çoban metaforunu kullanmaları devam etti. Bunun en tipik örneği Vahdettin’dir:

Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin toplandığı Ocak 1920 tarihinde Rauf Bey ve diğer bazı mebuslar Padişah Vahdettin’i ziyaret ederler. Milletin işgallere karşı direneceğinden söz ederler. Padişah ise, direnişin anlamsız olduğu ve İngilizlerin isterlerse, yarın Ankara’yı ele geçirebileceklerini söyler. Meclis’in kararı olmadan millet aleyhine herhangi bir antlaşmayı imzalamamasını isteyen Rauf Bey’e, Vahdettin der ki:

“- Rauf Bey!... Bir millet var, koyun sürüsü… Buna bir çoban lazım. O da benim”.

Geleneksel toplum yapısını ve algısını yansıtan bu tavır karşısında Mustafa Kemal’in tavrı ise son derece farklıydı. O, tavrını Padişah-Halife’ye karşı bir devrimci bir duruşla göstermişti (Amasya Genelgesi’nde):

“Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir”.

“İstanbul Hükümeti, üzerine düşen görevi yerine getirmemektedir”.

Bu iki tespitten sonra da, yaşanan sorundan kurtuluş yolunu da göstermektedir:

“Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır”.

“Kurtuluşu sağlamak için Anadolu’nun en güvenli yeri olan Sivas’ta bir kongre toplanmalıdır”.

Sergilenen duruş, ulusal egemenliğe dayalı demokratik bir duruştu. Vahdettin’in tavrının tam tersiydi.

Modern zamanlar için aşağılayıcı bir tavırdır çoban metaforu. Nitekim uzun yıllar önce Aysun Kayacı’nın “Benim oyumla bir çobanın oyu eşit mi olacak?” ifadesi bunun tipik bir göstergesidir. Yine Süleyman Demirel için köylü kökenli olmasına gönderme yapmak ve hafifsemek için kullanılan “Çoban Sülo” ifadesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Demirel, 1970’li yıllarda kendi hakkında kullanılan ifadenin hakkının vererek rakip parti lideri için “iki kazı güdemez” deyimini kullanmıştı.  

Kral-sürü metaforu, günümüz dünyasında Strateji kitaplarına kadar girmiştir:

“Çobanı vur, sürü dağılır”…

Sonuç olarak yapılacak olan halkı sürü olmaktan çıkarmaktır ve ülkeyi de tek kişinin yönetimine vermemek olmalıdır.

 

Özetle 1922’de milletin başına çoban olmak isteyen ve ülkeyi de vatan olarak değil mülkü olarak gören padişah kovulmuştu. Bugün yeni çobanlara gerek yoktur. Gün; etnikçiliğe, mezhepçiliğe, bölücülüğe, gericiliğe ve karanlığa karşı çoban ateşlerini yakma günüdür.