Kızılelma ifadesi, tarihsel anlamda ulaşılmak istenen hedefi, ütopyayı ifade eden bir terimdir. Klasik Osmanlı çağında Kızılelma, fethedilme hayali kurulan bölgeleri ifade etmektedir. Büyük hedeflerdir bunlar. Roma gibi, Viyana gibi… 

20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinin yarattığı travmanın sonucunda ve buna karşı bir çözüm olarak ortaya çıkan Türkçülük düşüncesinin bir sonucu olarak Kızılelma fikri anlam değiştirdi. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar geniş ve biraz da ütopik bir coğrafyayı, yani Turan’ı ifade eden bir anlam kazandı. Yeryüzündeki bütün Türklerin birleşmesi ile oluşacak olan ülkeyi ifade eden Turan fikri, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması üzerine ciddi bir sarsıntı geçirdi. 

Türk Kurtuluş Savaşı ile birlikte Kızılelma fikrini temsil yer değişti. Artık Kızılelma ne Roma ve Viyana gibi uzak fethedilecek şehirlerdi ne de Turan gibi ütopik bir hayal… Yunan işgaline uğramış İzmir’i kurtarmaktı Kızılelma… Kurtuluş Savaşı’nın nihai hedefi, kızıl elması İzmir’di. Deyim yerindeyse Kurtuluş Savaşı İzmir’de başladı, İzmir’de bitti… 

Mustafa Kemal, 1923’de İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde, Yeni Türkiye’nin cihangir/savaşçı/yayılmacı bir devlet olmayacağı bir iktisat devleti olacağını belirtti. Daha 1921’de Kurtuluş Savaşı sürerken yaptığı konuşmada büyük hayaller peşinde koşmanın ülkeye nelere mal olduğunu şöyle anlatmıştı TBMM’de yaptığı konuşmada:

“Efendiler, bu noktadaki mütalâamı ikmal için derim ki; büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Efendiler, bü¬yük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz Panislâmizm yapmadık, belki : ‘Yapıyoruz, yapacağız’ dedik. Düş¬manlar da; ‘yaptırmamak için biran evvel öldürelim’ dediler. Panturanizm yapmadık, yaparız, yapıyoruz, dedik, yapacağız dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. 

Bütün dâva bundan ibarettir. Bütün cihana havf ve telâş veren mefhum bundan ibarettir. Biz böyle yapmadı¬ğımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize olan tazyikatını tezyid etmekten ise haddi tabi¬îye, haddi meşrua rücu edelim. 

Haddimizi bilelim. Binaenaleyh efendiler, biz hayat ve istiklâl istiyen milletiz ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı ibzal ederiz”. 

Kurtuluş Savaşı’nın Lozan’la taçlandırılmasının ardından Türkiye, Lozan’dan arta kalan sorunlarını da barışçı yollardan çözmeye gayret etti. İzlenen çok yönlü, aktif politika ile bu büyük ölçüde başarıldı da…

Kızıl elmaya ilave olarak iki elmayı daha anmak lazım. Bunlardan birincisini “Yeşil elma” olarak tanımlamak mümkün. O da İslamcıların İslam dünyasını birleştirme hayali olarak tanımlanabilir.

Son elmamız ise, “Mavi elma”… O da Türkiye’nin AB hayali (idi). Mavi elma dememin temel nedeni ise, AB’nin mavi zeminli bayrağı… O da Türkiye’nin 1959’dan beri ütopyası idi. Türkiye, 1945 sonrasında Sovyet tehdidinin ardından NATO’ya girerek kendi güvenliğini sağlamaya yöneldi (1952) ve ardından da ekonomik kalkınmasını hızlandırmak için AB (o zamanki adıyla AET) içerisinde yer almak için 1959 yılında başvuruda bulundu. Bu mavi elma da, 1959’dan beri hem Türkiye’den hem de AB’den kaynaklanan nedenlerden dolayı bir hayal olarak kaldı ve öyle kalacak gibi görünüyor. 

AKP iktidarının ilk yıllarında AB ilişkilerin canlandığını ve bunun ülkeye büyük bir dinamizm kattığını söylemek gerekir. Ancak AB ile ilişkiler, içeride demokratikleşme adı altında AKP iktidarının meşruiyetini ve egemenliğini arttırdığını söylemek gerekir. Bu dış desteğin de etkisiyle iktidar içeride kademeli olarak (2007, 2011, 2014…) iktidarını pekiştirdi. Bugün gelinen noktada ise başkanlık sistemi tartışmaları çerçevesinin AKP iktidarının AB desteğine ihtiyaç duymadığını belirtmek isterim. Tam tersine bugün gelinen noktada AB bir köstek… Oysa onun karşısına konan Şanghay İşbirliği Örgütü, iktidar açısından yeni bir dış destek imkanı olarak sunuluyor. Ancak ŞİÖ’nün AB’nin alternatifi olmadığını söylemek lazım. Nasıl bir gecede AB’ye girmek bize çağ atlatmayacaksa ŞİÖ’ye girmek de bize böyle bir kazanım sağlamayacak. Bu örgüt, Rusya-Çin tarafından 1996 yılında tek kutuplu dünyada, Soğuk Savaş sonrasında ABD’ye bir karşı cephe olarak oluşturuldu. Dolayısıyla ŞİÖ’ye gidilecekse AB’den değil, ABD’nin yanından gidilecek… Bu mümkün mü? Ayrı bir tartışma konusu… 

Türkiye’de uygulamaya konmaya çalışılan başkanlık sisteminin çağdaş ve demokratik dünya ile bir ilgisi yok. Bu sistem, ŞİÖ’deki devletlere uyabilir. Zaten bu devletlerin demokratik olduğunu söyleyen de yok. Bizde uygulamaya konmak istenen üçüncü dünya tipi başkanlık sistemi, Türkiye’yi Batı değerlerinden, 200 yıllık modernleşme geleneğinden uzaklaştırır. Türkiye’yi tek adam rejimlerine benzetir. Tek adam rejimlerinin tarihsel olarak hiç de iyi sonuçlanmadığını çevre ülkelerden görmek mümkündür. Tito Yugoslavya’sı bunun tipik örneklerindendir. Ortadoğu coğrafyasında da pek çok örneği bulunabilir. 

Mevcut siyasal iktidarımız, Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesinin ardından Suriye’de iktidara gelmeleri için ciddi bir destek verdi. Bunun için Esad’dan kurtulmak gerekiyordu. Bu gerçekleştirdiğinde üç ülkede Müslüman Kardeşler Birliği olacaktı. Ancak söz konusu hayal gerçekleşmedi. Bugün Türkiye’yi yönetenler Suriye’yi Esad’dan kurtarmak istiyor. Bunun sağlıklı olmadığı fikrindeyim. Bunu hangi hakla istiyoruz? Yarın Batı’nın bu ülkeyi yönetenleri de Esad’ın konumuna düşürmeye çalışmayacaklarını kim iddia edebilir?

Sonuç olarak parlamenter demokrasiden uzaklaşmamak, laik/seküler toplum modeline sahip çıkmak ve kişi egemenliğine imkan tanımamak kırmızı çizgilerimiz olmalıdır. Aksi takdirde peşinden koştuğumuz kızıl/yeşil/mavi elmalar bir yana ayvayı yemek de olası… Yaşanan olumsuz tabloya rağmen yine de iyimserim. Neden mi? Çünkü: Muhtaç olduğumuz kudret iki bin yıllık devlet geleneğimizde, iki yüz yıllık modernleşme tarihimizde ve Cumhuriyetin kurucu değerlerinde mevcuttur.