CHP, 1923’den 1950 yılına kadar ülkeyi 27 yıl boyunca yönetti. Ülkeyi kurtaran Müdafaa-i Hukuk hareketinin partiye dönüşmesiyle, ülkeyi kurtaran hareket Cumhuriyeti kuran partiye dönüştü. Bu partinin 27 yıllık iktidarının 1925-1945 yılları arasındaki dönemi tek parti dönemi olarak tanımlanabilir. Dünyada otoriter ve totaliter rejimlerin yükseldiği, savaş tehlikesinin giderek arttığı ve 1929 ekonomik krizinin yaşandığı bir ortamda Türkiye, hem geleneksel toplumun kurumlarını ortadan kaldırarak yerlerine modern toplumun kurumlarını kurdu ve hem de barışçı bir dış politika izleyerek kalkınma politikalarına yöneldi. Aynı dönemde pragmatik bir tek parti yönetimi olarak, demokratik bir yapıya sahip olmasa demokrasinin altyapısını hazırlamaya yöneldi. Bu bağlamda iki kere çok partili rejim denemesine girişti (TpCF ve SCF denemeleri), müstakil mebusluk ve Müstakil Grup uygulamalarına yöneldi.

1930’lu yıllar dünyada otoriter ve totaliter ideolojilerin giderek yükseldiği yıllar oldu. Bunu 1929 ekonomik krizi de tetikledi.

CHP içerisinden de otoriter bir Kemalist ideoloji oluşturmaya çalışan, otoriter bir parti tüzüğü ve programı hazırlayan Recep Peker Genel Sekreterlik görevinden alındı. Peker’in görevden alınmasında hükümet işlerine karışmasının da etkisi vardı. Peker görevden alındıktan sonra, CHP Genel Sekreterliği’ne İçişleri Bakanı Şükrü Kaya getirildi. Kaya, hem İçişleri Bakanlığı hem de CHP Genel Sekreterliği görevini birlikte yürütecekti. Uygulama bununla da kalmadı; tüm Türkiye’deki valiler, CHP il başkanlıklarını üstlendiler. Bu, parti-devlet özdeşliğinin işareti idi; ama, dikkat çekici olan parti’nin devlet’e egemen olması değil, devlet’in parti’ye egemen olmasıdır. Böyle bir uygulamaya gidilmesinin nedeni, o dönemin dünyasında otoriter ve totaliter rejimlerin (Almanya, İtalya, Sovyetler Birliği ...) tek partilerinin (faşist, komünist) devlet yönetimini ellerine almalarıdır. Türkiye, bu partilerin tersine olarak, parti’yi devlet’in kontrolüne verdi. Böylece, Türkiye’de totaliter eğilimlerin önüne geçilmiş oldu.

CHP’nin 1939 tarihli Tüzüğü’nde İçişleri Bakanı’nın CHP Genel Sekreteri, valilerin de CHP il başkanı olması uygulamasına son verildi. Bu tüzüğe eklenen Genel Sekreter’in hükümete girmesinin sağlanacağı maddesi (madde 28, 29), 1943 Tüzüğü’nde kaldırıldı (madde 24).

İkinci Dünya Savaşı’na girmemeyi ağır bedeller ödeyerek de olsa başaran Türkiye, 1945’te –savaşın bitiminin hemen ardından- çok partili yaşama geçti. İnönü, 1939’da uygulamaya koymak istediği çok partili yaşama geçmeyi 6 yıl sonra gerçekleştirebildi. Bunun temel nedeni İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıydı. Bir tek parti yönetiminin kendiliğinden çok partili yaşama geçip iktidarı barışçı yollardan bir muhalefet partisine devrettiği görülmüş bir örnek değildi. İnönü, bu bağlamda Türkiye’de demokrasinin kurucu babasıdır.

14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra (1951) ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, yazdığı Siyasi Partiler adlı kitabında şunları söylemekteydi:

“Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme (çok partili sisteme) geçmiştir. Bugün o, Orta-Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir. (…) … Türkiye örneği, basiretle uygulanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yönetici sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkmasına imkân verebileceğini göstermektedir.”

Çok partili yaşama geçişten 70 yıl sonra bugün Türkiye başkanlık sistemine geçmek üzere… Yeni getirilmek istenen sisteme baktığımızda Başbakanlık kalkıyor. Yürütmenin başı, Cumhurbaşkanı (Başkan diye okuyalım!) oluyor. Cumhurbaşkanının partisiyle bağı devam ediyor. Partisiyle bağı devam eden Cumhurbaşkanı -partisinin milletvekillerini de belirlediğine göre-, Yasama organını da belirleyecek demektir. Yargıya atayacakları da göz önüne alındığında bu sistem, Batı demokrasilerinden tamamıyla ayrılıyor demektir. İngiliz, Amerikan ve Fransız demokrasilerinin -ki bu demokrasi türlerinin hepsi birbirinden çok farklıdır- ortak özelliği kuvvetler ayrılığıdır. Türkiye’ye getirilmek istenen sisteme kuvvetler birliği denir. Bunun adı da demokrasi değildir.

80 yıl önce –geçici olarak da olsa- devlet partiye egemen olurken (1936), 80 yıl sonra parti devlete egemen oluyor.

1956 yılında –yani 60 yıl önce- İnönü, kendisine yönelik eleştirileri şöyle yanıtlamıştı:

“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz”.

İnönü yaşasaydı herhalde Anayasa değişikliği görüşmeleri sırasında şöyle derdi:

“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz devletin partiye egemen olduğu günlerden bugüne geldik. Siz, bugünden parti devletine doğru gidiyorsunuz”.

Partiler geçicidir, kalıcı olan devlettir, millettir. Siyaset çalışan bir tarihçi olarak Türk siyasal tarihinin siyasal partiler mezarlığı olduğunu hatırlatmak isterim. Partili bir başkanın egemen olduğu siyasal yapının doğru olmadığı ve ülkeye zarar vereceği fikrindeyim.  

 

“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” ata sözünü de revize ederek son noktayı koyayım: “Devlet başa, parti hükümete…” Herkes yerinde olmalı…