Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyetin kurucu kadroları geç modernleşen bu ülkede çağdaş, demokratik bir hukuk devleti kurmak istiyorlardı. İnşa edilmek istenen bu ulus-devlet, hızlı bir şekilde kalkınmak zorundaydı. Örnek alınan ülkelerden biri de Finlandiya idi. Çünkü Finlandiya da bizim gibi geç modernleşen bir ülkeydi. Aydınların öncülüğünde kalkınan ve beyaz zambakların açtığı bir ülkeye dönüşmüştü. 

Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı kitap, Grigory Petrov tarafından 1920’lerde yazılmış olup 19. Yüzyılın sonlarında Finlandiya’nın içinde bulunduğu geri durumdan aydınların öncülüğünde nasıl kalkındığını anlatmaktadır. Kitap, Petrov’un gezi notlarından oluşmaktadır. Cumhuriyet modernleşmesinin örnek ülkelerinden biri olan Finlandiya ile ilgili olarak yazılan bu kitap, kısa sürede Türkçeye çevrildi. İlk çeviri Ali Haydar Taner tarafından 1928’de yapıldı. 1928’den 2008’e kadar, 80 yılda 41 kez basıldı. Kitabın 1936 yılındaki baskısını Maarif Vekaleti üstlendi ve Terbiye Dergisi kitabı okurlarına ücretsiz olarak dağıttı. Cumhuriyetin kurucu kadroları, kitapta yer alan fikirleri eğitim ve kalkınma alanında uygulanması gereken fikirler olarak benimsemişti.

Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı sosyal, ekonomik ve kültürel miras hiç de iyi değildi. Büyük bölümü köylü olan, salgın hastalıklarla boğuşan ve eğitimsiz bir toplum devralınmıştı. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen dinsel monarşik devlet yapısından laik demokratik bir ulus-devlete, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş için önemli adımlar atıldı. Cumhuriyetin hayali Batı tarzında bir ulus-devletti, bir refah toplumuydu. Bu toplum sekülerdi ve barış içinde yaşayacaktı. Genelde Batı Avrupa idi model. Bir miktar Fransa ve bir miktar da Finlandiya. Bu bağlamda inşa edilmeye çalışan siyasal yapı da parlamenter demokratik cumhuriyet idi.

Günümüz Türkiye’si ise bambaşka bir noktaya doğru ilerliyor. 200 yıllık modernleşme ve 140 yıllık parlamento geleneğinden uzaklaşıyor.

Gelişmiş ve demokratik ülkeler arasında yer alıp da parlamenter demokrasiden vazgeçerek başkanlık sistemine geçen bir ülke yok. Chicago Üniversitesi öğretim üyelerinden Peter Buisseret’ye göre, sadece Sahra Çölü'nün güneyindeki bazı Afrika ülkeleri bu sistem değişikliğini tercih etmiş durumdadır. Bu ülkeler arasında Zimbabve, Gana ve Malavi de bulunuyor. Bunlar parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçti ve başkanlık sistemi bu ülkelerde diktatörlükle sonuçlandı. Elbette ki Türkiye, bu Afrika ülkeleriyle aynı seviyede değil. 2000 yıllık devlet geleneği, 200 yıllık modernleşme tarihi ve Cumhuriyetin kazanımları Türkiye’nin bu ülkelere benzemesine engel gibi görünmektedir.

Peter Buisseret'e göre başkanlık sistemine geçmek için "iyi gerekçeler" ve "kötü gerekçeler" var. İyi gerekçe, koalisyon hükümetlerin yol açtığı siyasal istikrarsızlığa son vererek istikrarlı bir yönetim kurma isteğidir. Kötü gerekçe ise, yürütmenin parlamentoya hesap vermek istemediği ülkelerde görülmektedir. Bu ülkelerde yürütmenin başındaki kişi kendini parlamentodan bağımsız kılmak amacındadır.  Her yasa için parlamentonun desteğini almakla uğraşmak istememektedir. Bu nedenle başkanlığa geçilebilmektedirler.

Özetle yürütmeyi elinde tutan güç, kısıtlanmaktan hoşlanmamaktadır. Yasama ve yargıyı da rahatça yönetmek istemektedir. Bu durumda, yani yürütmenin tüm gücü elinde tutmasının yaratacağı sakıncalar gayet açıktır. Demokrasi kültürü zayıf üçüncü dünya ülkelerinde bu sistemin gittiği yer gayet açık bir şekilde diktatörlüktür. Denilebilir ki, Türkiye üçüncü dünya ülkesi değil… Öyle değilse bile Cumhuriyetin kurucu değerlerinden uzaklaşarak hızla oraya doğru ilerlemektedir. Üstelik yürütmeyi kısıtlayacak ne sınıfsal yapıya ne de sivil topluma sahibiz. İlave olarak Afrika ülkelerini beğenmediysek, Orta Asya Cumhuriyetlerine bakmak onların siyasal sistemlerini incelemek bizler için yol gösterici olabilir. Oradaki siyasal yapının da tek adam yönetimlerinden ibaret olduğu ortadadır.

Demokrasi ve refahın, hukuk devletinin birlikte geliştiği gerçeği ıskalanmamalıdır. Ayrıca iç barışı sürdürmenin yolunun da parlamenter demokrasiden geçtiği unutulmamalıdır.  

Geçtiğimiz günlerde Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra belki de en sıkıntılı, en zorlu bir dönemden geçiyoruz. Çünkü Orta Doğu’da büyük oyun yeniden sahnede ve buradaki kaosun bize yansımaları çok büyük” dedi. Madem bu kadar büyük bir kriz yaşıyoruz neden 140 yıllık parlamenter birikimi yok ederek ne idüğü belirsiz bir maceraya pupa yelken gidiyoruz? Yapmamız gereken geçmiş birikime sahip çıkarak, mevcudu restore etmek değil midir? Bu milletin Milli Mücadele’yi bile parlamenter bir ortamda, Birinci Meclis ile yürüttüğü gerçeğini hatırlamak gerekmez mi? Bu parlamentoyu bir süse çevirmek tarihimize büyük saygısızlık değil mi?

Düne kadar “Takdir Yüce Meclisindir!” derken, bugün “Takdir Yüce Başkanındır!” demek ağrımıza gitmeyecek mi?

Üstelik o başkan da fani değil mi? Devletimizi başkanın ömrüyle mi kısıtlayacağız?  

http://www.hurriyet.com.tr/1-dunya-savasindan-sonra-en-zorlu-donem-40295420

 

http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-38016306