Ledün ilmi, Allah bilgisi ve sırları, hakikat ilmi, batın ilmi, gayb ilmi gibi anlamlara gelir. Bu ilim çalışarak kazanılan bir ilim değil, O’nun tarafından onun istediğine verilen Allah vergisi olan bir ilimdir. Kur’an’da Kehf Suresi, 65.ayette bu ilim hakkında “Bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir ilim.” ifadesi kullanılmıştır. Hakikat ilmi yani Ledün ilmi ifadesi de buradan gelir.

Allah’ın Hz. Muhammed (sav)’e bildirdiği gerçekler, üç grupta ele alınır:

Birinci gruptaki gerçekler, Hz. Muhammed’e özel olduğu için Allah ile peygamber arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri Hz. Muhammed ashabından hiç kimseye bildirmemiştir.

Allah ile peygamberi arasında böyle bildirilmesi uygun olamayan, bildirilse bile anlaşılabilme imkanı bulunmayan gerçeklerin varlığı, bazı hadislerden anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Muhammed ashabına: ”Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” buyurmuştur.

Diğer bir hadisinde de: “Benim Cenab-ı Hakk ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir melek ne de herhangi bir resul vakıf olur.’’ dediği söylenir.

İkinci gruptaki gerçekler ise ancak aklen ve ruhen yükselmiş yani seçilmiş kullar veya seçilmişlerin de seçilmişi olan kişiler tarafından kavranabilir. Bu gruptaki gerçekleri Hz. Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali gibi bazı büyük sahabeye bildirmiştir. Bu gerçekler yazıya döküldüğü zaman birçok kişinin bu konuları anlayamamaları veya yanlış anlamaları endişesi ve bunun sonucunda da hataya sürüklenme ihtimali nedeniyle herkese anlatılmamıştır.

Üçüncü gruptaki gerçekler ise, şer’i gerçeklerdir. Bu gruptaki bilgileri bütün insanlık aleminin, iman edip yerine getirme sorumluluğu vardır. Bu sebeple de Allah bu hükümleri asgari seviyedeki kullarını da dikkate alarak takdir etmiştir. Bu bilgiler herkese bildirilmiştir.

Hz. Muhammed (sav) tarafından ehil olan kişilere anlaşılması güç birtakım hakikatlerin bildirildiği ve bunların pek çoğunun da bu konuları anlama yeteneğinde olan kişilere aktarılmasının da ehil bir kişiden, diğer ehil kişiye aktarılmasıyla gerçekleştiği bilinmektedir. Çünkü bu bildirilenler, herkese gerekli olmadığı gibi, pek çok kimsenin anlayamayacağı gerçeklerdir

Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali’den başka sahabeden İbn-i Mes’ud, Muaz bin Cebel ve Haris bin Malik gibi bazı kişilere de bu özel ve gizli bilgiler verilmiştir.

Allah, ikilik ve çokluk bilincinden, kendisini kurtarabilen kullarının kalplerine, gözlerin görmediği, akla hayale gelmedik birçok lütuflarda bulunur.

Hz. Muhammed bir hadisinde: ‘’Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir” buyurmuştur.

Allah, dilediği kişilerin bilinçlerindeki perdeleri kaldırarak, o kişilerin anlama yeteneklerini doğruya, gerçeğe, hikmete açıverir. Böyle kişiler bütün tavır ve davranışlarının Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğinin bilincine ulaşırlar. Bunların hayata bakışları farklıdır ve olaylar üzerindeki tahminleri tutar. Bu kişiler olayların iç yüzünü keşfetmeye başlar ve ileri görüşlü bir hale gelirler.

Allah, elçileri vasıtasıyla insanlara; Kitap’ı, Hikmet’i ve diğer bilmediklerini öğretmiştir. Bu öğretme işlemi, bazen açıktan, bazen de doğrudan kalbe gelen ilhamlar şeklinde gerçekleşmiştir. Fakat bunların insan bilinciyle kavranması güç olduğu için, insanların çoğu bu bilgileri idrak edememişlerdir.

Kur’an ayetleri çift manalı bir özelliğe sahiptir. Zümer suresi 23.ayette “Allah, sözlerin en güzelini, birbirine benzer iç içe ikiz manalar ifade eden bir kitap halinde indirmiştir. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri, hem de kalpleri Allah’ın zikri karşısında yumuşar…” denilmektedir.

Bu manalardan biri akıl ve duyu organlarının tetkik alanına girer; ikincisi, akıl üstü bir kudret olan basiret ve kalp gözünün tetkik alanına girer.

En’am 202-204. Suresinde “0’nu baş gözleriniz idrak eder” denilmektedir.

İlk bakışta fark edilen mana, zahiri mana veya baş gözüyle fark edilen manadır. Bu manayı reddetmeden gönül gözüyle veya bilincin açılımıyla fark edilen manaya üst mana, batını veya ledünni mana denir. Zahiri mana ile batını mana arasında sürekli bir ilişki vardır. Zahiri mana olmadan batını mana anlamsız kalır. Her iki manayı da dikkate almak gerekir.

Hz. Muhammed (sav) “Kur’an yedi nüans indirildi. Onun hiçbir harfi yoktur ki, bir zahiri bir de batıni mana taşımasın. Ebu Talib’in oğlu Ali’de bu zahir ve batına ait ilim vardır.”  diye buyurmuştur.(E.Nuaym, Hilye,1,65)

Ledün ilminin hak ve hakikat olduğu Kur’an ve sünnetle sabittir. Nitekim Kur’an’da ve bazı hadislerde anlatılan, Hz. Musa ile kendisine özel bir ilim verilen bir kul (Hızır da diyenler var) arasında cereyan eden şu olay, ledün ilminin içeriğinden muhteşem pırıltılar yansıtmaktadır.

Günlerden bir gün Hz. Musa’ya inananlardan bir kişi:

“Ey Allah’ın elçisi, dünyada senden daha bilgili bir kimse var mı?” diye sordu.

Hz. Musa: “Hayır böyle bir kimse bilmiyorum.” diye cevap verdi. Allah bu cevabı hoş karşılamayarak Hz. Musa’ya şöyle vahiy etti:

“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o senden daha bilgilidir. Ona, özel bir ilim vermişimdir.”

Hz. Musa bu ilmi öğrenmek arzusu ile:

“0 iki denizin birleştiği yere kadar durup dinlenmeksizin gideceğim, gerekirse senelerce yürüyeceğim. ‘’ dedi.” (Kehf suresi, 60.ayet)

Daha sonra kız kardeşinin oğlu Yuşa bin Nun ile yola çıktı. Seyahat esnasında bazı olaylar yaşayarak sonunda aradıkları şahsı buldular. Kur’an’da bu buluşma şöyle anlatılıyor:

“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf,65)

Hz. Musa , vahiyle işaret edilen Zat’a yaklaşıp selam vererek :‘’Ben Musa’yım .‘’dedi.

Bu zat da: “Demek Beni İsrail Peygamberi Musa, sensin.”dedi.

Hz. Musa : “Bana Allah tarafından insanların en bilgilisi olarak bildirilen Zat sen misin?” diye sordu.

0 Zat cevap olarak: “Ya Musa, Allah sana bir ilim vermiştir, o bende yoktur; bana bir ilim vermiştir, o da sende yoktur.” dedi.

Hz. Musa, Zat’a: “Allah’ın sana öğrettiği hakikate ulaştıracak ilim ve hikmeti bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.(Kehf,66)

 Zat ise Hz.Musa’ya: “Doğrusu sen benimle beraberken sabretmeye asla gücün yetmez! İç yüzünü bilmediğin bir bilgiye nasıl sabredeceksin?” dedi. (Kehf,67-68)

0 Zat aslında bu sözüyle, Hz.Musa’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, ona kendini anlatmış oluyordu ki, bu hal sonunda gerçekleşecekti. Çünkü bu ilim büyük bir sabır istiyordu ve Hz. Musa ise çok hareketli bir hayattan geliyordu. Buradan Hz. Musa’nın alacağı ders, ilahi hakikat ilmi karşısında kendi seviyesini ve acizliğini görmekti.

Hz. Musa ise ısrarla: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.”  (Kehf,69)

0 Zat: “Madem bana uyacaksın, ben sana bir şey söylemedikçe, hiçbir konuda bana soru sorma!” (Kehf,70)

Bunun ardından sahilde beraberce yürüdüler. Nihayet iki kardeşe ait bir gemiye bindiler. 0 Zat kendilerinden ücret bile almayan bu iyi kişilerin gemisini delmeye başladı.

Hz. Musa heyecanla: “Gemi halkını boğmak mı istiyorsun! Niye deldin gemiyi? Bu geminin sahipleri zaten fakir kimseler, buradan ekmek paralarını çıkartıyorlar. Bu gariplerin gemisinden ne istedin? Doğrusu şaşılacak bir iş yaptın! “

0 Zat ise önceki uyarısını hatırlatarak : “ Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” cevabını verdi.

Hz. Musa : “Unuttuğum bir şeyden dolayı beni hesaba çekme; bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma.”

Tam bu sırada bir serçe kuşu gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. 0 Zat, bu manzarayı Hz. Musa’ya göstererek şu benzetmeyi yaptı:

“Allah’ın ilmi yanında senin benim ve diğer varlıkların ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.”

Bir müddet sonra gemiden indiler ve birlikte yürümeye başladılar. Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. 0 zat, hemen çocuğu öldürdü.

Hz. Musa : “Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekte çok fena bir şey yaptın!” dediğinde Zat ise yine aynı şekilde karşılık verdi: “Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?”

Hz. Musa, verdiği sözde duramamanın büyük üzüntüsü içinde: “Eğer bundan sonra da bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten, sana ileri sürebileceğim mazeretlerin sonuna ulaştım” deyince yola devam ettiler. Nihayet bir köye varıp köylülerden yiyecek bir şeyler istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındığı gibi, kötü de davrandı.

Hz. Musa ve Zat köyden çıkarken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Zat, kerpiçle o duvarı yeni baştan örüp doğrulttu. Bunun üzerine Hz. Musa : “Kendilerine geldiğimiz halde bizi ağırlamayan, açlığımızı dindirecek birkaç lokmayı bile bize çok gören şu insanlara sen ücret almadan iş yapıyorsun. Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alabilirdin.” dediğinde şu cevabı aldı: “ Artık birbirimizden ayrılma vakti geldi. Şimdi sana, sabredemediğin üç olayın içyüzünü haber vereceğim:

0 deldiğim gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Gemiyi kusurlu göstermek istedim. Çünkü onların arkasında, bütün sağlam gemilere el koymakta olan bir kral vardı.

Öldürdüğüm çocuğa gelince; yarın isyankar biri olacaktı. Ana, babası ise iyi kimselerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden, onlara eziyet etmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.

Doğrulttuğum duvar ise, köydeki iki yetim çocuğundu. Altında da onlara ait bir hazine vardı. Çocukların babası da iyi bir kimseydi. Rabbin diledi ki, o iki çocuk, güçlü çağlarına eriştiklerinde Rablerinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar.  Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin olayların iç yüzü budur.” (Müslim, Fezail,170; Buhari, Tefsir,18/4)

Bu kıssada hikmetli, ibretli ve esrarlı noktalara dair pek çok şey ifade edilmiş ve açıklamalar yapılmıştır.

Ledün ilmi, olaylara görünür şartların insani değerlendirmelerin ötesinde, içyüzü çoğu insanlar tarafından bilinmeyen bir düzenin ölçüleriyle bakıştır. Bütün ilimlerde soru sormak, öğrenmenin en önemli anahtarı kabul edilirken bu ilimde soru sormak itiraz ve tartışma yoktur. Buna karşılık sükut, sabır ve teslimiyet vardır. İşlerin sonuna bakılır.

Kıssada geçen gemi seyahatinde gemici kardeşler, Hz.Musa ve o Zat’tan ücret almamışlardı. Bu suretle Hak dostlarına yapılan küçük bir iyiliğin büyük bereketiyle karşılaştılar. Gemileri, telafisi mümkün küçük bir zarar ile gasp edilmekten kurtuldu.

Yine geminin kusurlu kılınarak kralın gasp etmesine engel olunması manasından başka, kişinin ömür deryasında yüzen gemisi mevkiindeki nefsini kusursuz gördüğü takdirde kibre kapılıp mahva sürüklenebileceği, bu sebeple de acizliğini, kusurlarını görerek manevi kayıplardan sakınabileceği manası çıkmaktadır.

0 Zat’ın masum bir çocuğu öldürmesinde de hikmetler vardır: İnsanoğlu, kalbindeki çoluk çocuk, ana baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi beşeri fakat masum sevgileri, layık olduğu kıvamda tutup Allah sevgisinin ötesine geçirmemelidir. Aksi halde bunlar, insanı asıl maksadından alıkoyar, hatta onu yoldan çıkarır.

Günahsız, masum bir insanın katli, pek tabii ki büyük bir suçtur ve kısas gerektirir. Fakat bu kıssadaki gibi bir olayın, şer’i hükümlerin tasvip etmediği bir şekilde ve sırf batın ilmine dayanılarak gerçekleştirilmesi, insanlık dünyasında mümkün değildir. Bu yüzden kalp ilmine sahip büyük zatlar da, zahiri sebepler teşekkül etmeksizin harekete geçmez, sebepler dünyasından ayrılmazlar. Şer’i hükümlerin sınırları herkes için vazgeçilmez ölçülerdir.

Hz. Musa şeriat sahibi bir elçidir ve onu tatbik etmekle görevlendirilmiştir. 0 Zat ise Allah’ın bildirdiği bir ilimle hareket etmektedir. Yani yaptıklarını kendi arzusuyla değil, Rabbinin emriyle yapmaktadır. Hz. Musa’nın o Zat’a itiraz etmesi ise, Allah’ın koyduğu hudutları gözetmek içindir. Bu kıssayı Kur’an’da insanlara bildiren de yine Allah’tır. Demek ki kıssadaki olaylar, görünürde şer’i gerçeklere aykırı gibi görünse de hakikatte birbirini tamamlayan farklı olaylardır. Hz. Musa bu olayların sırrını öğrenince itirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakikat de ruh gibidir. Şer’i kurallar herkes için geçerli olduğundan, insanların çoğunluğunun bilinmeyen gerçeklere vakıf olmamaları nedeniyle sorumlulukları da sırf görünen sebeplere göredir.

Diğer taraftan köylülerin kötü davranmalarına rağmen 0 Zat’ın muhatap oldukları bu kötü muameleye bakmadan ve hiçbir maddi menfaat ummaksızın köyde yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir etmesi, aslında yetimlerin himayesinin ne derece önemli bir görev ve yüksek bir fazilet olduğunu ortaya koymak içindir. Ayrıca helal kazancın da ziyana uğramayacağı hikmetinin ifadesidir. Hakikatten iyi kulların helal kazançları Allah tarafından korunur, ziyana uğratılmaz.

 Hz. Musa bile; “Kavmimle uğraşmam lazım, bana Tevrat yeter, zaten vahiy verilen biriyim, Allah’tan istesem 0, bana bu ilmi doğrudan öğretmeye kadirdir.” Dememiş;  yüksek bir tevazu sergileyerek bilmediği bir ilmi öğrenmek üzere o alime tabi olmuştur. Böylece, gelecek nesillere ve insanlığa bu hususta ölçü ve davranış mükemmelliğinden bir örnek sunmuştur.

“0 alimi bulmak için gerekirse senelerce yürümeye kararlıyım.” Demesi de bunun açık bir delilidir. Hz. Musa’nın o Zat’a karşı gösterdiği bu tevazu, ilim ve hikmet talep eden herkese çok güzel bir örnektir.

Allah dileseydi o Zat ile Hz. Musa’yı hemen karşılaştırabilirdi.  Oysa onları sıkıntılı bir yolculuk sonunda karşılaştırmayı diledi. Demek ki bu yolda; aşk, tutarlılık,  azim, kararlılık ve gayretin yanı sıra  “lütuf-i ilahi” gerekiyor.

Hz. Musa ile o Zat arasında geçenler batın ilminin de sebeplere ve usullere uygun olarak bir üstattan alınması gerektiğine işarettir. Bu ilme sebepsiz ve rehbersiz  ulaşılamaz. Bu yolda maksada ulaşmak için büyük bir azim ve yüce bir himmete ihtiyaç vardır.

Öte yandan Hz. Musa’nın o Zat’tan ilim tahsil etmek istemesi; “Nasıl olur da bir veli, büyük bir elçiye ders verebilir” şeklindeki soruyu akla getirebilir. Dikkat edilmelidir ki, Hz. Musa’nın o Zat’tan ilim tahsil etmek istemesi, ilim ve marifete sahip olmadığı, kendisine keşif ve ilhamdan hiçbir nasip verilmediği anlamına gelmez. Bu hal, herhangi bir hususta daha kamil olandan, sadece öğrenmeyi istediğinin tahsili gibidir.

Bu itibarla o Zat’ın Hz. Musa’ya belli bir müddet üstat olması nedeniyle Hz. Musa’dan üstün olduğu söylenemez. Gerçekte burada bir üstünlük mukayesesi de söz konusu olamaz. Çünkü Hz. Musa ile o Zat, kıyas kabul etmeyecek şekilde farklı vadilerdedir. Buradaki hikmet, ilahi ilim karşısında elçiler de dahil bütün varlıkların acizlik içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa gösterilmesidir.

Tüm elçiler birer insan olmakla birlikte, ilahi vahye mazhar olmuş, seçilmiş kimselerdir. Allah’ın bu müstesna kulları günah işlemezler. Ancak onlar da aciz birer beşer olmaları itibariyle nadiren hatalara düşebilirler. Allah bu suretle onlara da hükümleri açığa çıksın, insanlığa örnek olsun diye beşer olmanın acizliğini tattırır ve onları da çoğu kez bizim anlayamayacağımız bir şekilde terbiye eder. Burada da Hz. Musa ilahi ilmin sonsuzluğu karşısında beşerin sahip olduğu ilmin yetersizliğini anlayacak, kendisine bildirilmeyen daha nice ilimlerin mevcut olduğunu görecektir. Kıyamete yani uyanışa kadar gelecek olan insanlık da onun kıssasından birçok ibret alacaktır.

Hz. Musa’nın o Zat’tan ilim talep ederken kullandığı tabir de ”sana verilen ilim” şeklindedir. Yani ilim, kullardan değil Hak’tan bilinmelidir. Bütün ilimlerin mutlak kaynağı Allah’tır. O, dilediğine, dilediğini verir. Bazı ilimlerin tahsili için birtakım zahiri sebepleri aracı kılar, bazı ilimleri ise bizzat kulunun kalbine sundurur. Nasıl ki insan, oruçluyken unutarak bir şey yediğinde orucu bozulmazsa Hz. Musa’nın da o Zat’a verdiği sözü unutarak itiraz etmesiyle beraberlikleri bozulmamıştır. Fakat Hz. Musa bu ilimden alacağı nasibini bir mahcubiyet heyecanıyla: “Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni yanında bulundurma.”(Kehf,76) diyerek şarta bağladığı için, nasibi de bu kadarla sınırlı kalmıştır.

 Hz. Muhammed (sav):” Allah, Musa’ya rahmet buyursun. Eğer o sabredebilseydi, Allah onlar vasıtasıyla bize daha pek çok sır dolu ilginç olaylar bildirecekti.” buyurmuştur.(Buhari, Tefsir,18/2; Müslim, Fezail,170)

Demek ki bu yolda sabırlı ve temkinli olmak esastır.

Hz. Muhammed (sav) de hicret yolculuğu hakkında hadis-i şerifte “ üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi” denilen ve ümmetin en faziletlisi olan Hz. Ebu Bekir’i yol arkadaşı olarak tercih etmiştir. Bu örnekler, manevi yoldaki Allah rızası için olan hakiki dostlukların önemini ortaya koymaktadır.

Bin bir sır ve hikmetle dopdolu olan Hz. Musa’nın bu kıssası bile, bize Hakikat ilmi yani ledün ilminin içeriğinden sadece birkaç güzel örnek sergilemektedir.

Din ile bilim ikiz kardeş gibidir.Biri olmadan diğeri topallar.

 

Işık ve sevgiyle kalın!