Demokrasi, köken olarak Antik Yunan’a kadar uzanır. Ancak gerçek anlamda demokrasinin köklerinin Ortaçağ Avrupa’sına dayandığını söylemek gerekir. Roma İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından oluşan kaotik ortam, merkezi otoritenin ortadan kalkması ve Feodalite’nin doğuşu, kentlerin yükselişine imkan sağladı. Bu kentlerde ticaret gelişti ve burjuvazinin güçlendi. Demokrasi, kapitalizmin geliştiği ve sekülerleşen bu kentlerde doğdu. Demokrasi, çoklu sınıf yapısının, sınıflar arası ittifakın veya çatışmanın, güçlerin çeşitli kurumlar/yapılar arasında dağıldığı bir ortamın ürünüdür. Ülkeler arasındaki farklı gelişim süreçleri, farklı demokrasi modellerinin ortaya çıkmasına yol açtı:

-          Seküler Meşruti Demokrasi (Britanya, Hollanda)

-          Laik Demokratik Cumhuriyet (Fransa)

-          Başkanlık Sistemi (ABD)

Farklı demokrasi modelleri olsa da hepsinin ortak noktası vardır. Öncelikle hepsi Batılıdır. Hükümetler seçimle gelir, seçimle gider. Birden fazla siyasal parti vardır ve bunlar eşit koşullarda birbirleriyle yarışırlar. İktidarın seçimle değişmesi gelenekleşmiştir. İktidara gelenin yine seçimle gitmesi sıradan ve olağandır. Örneğin seçimle geldim gitmeyeyim ya da seçim sistemini değiştireyim demek pek de mümkün değildir. Bunun dışına Almanya’da Hitler 1933’te çıkmaya kalktı ve Almanya’ya bunun maliyeti çok ağır oldu. Neticede Avrupa bundan büyük dersler çıkararak İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasisini yeniden şekillendirdi. Ancak konumuz bu olmadığı için burayı kısa keselim.

Bir de cumhuriyetler var. Cumhuriyet, devlet başkanının seçimle geldiği bir yönetim biçimidir. Devlet başkanının seçimle gelmesi –göstermelik bir seçim dahi olsa- orayı Cumhuriyet kılar. Cumhuriyet, monarşinin zıttıdır. Babadan oğula, kıza, kardeşe geçmez. Cumhuriyet türlerini dörde ayırabiliriz:

-          Demokratik Cumhuriyet (Fransa)

-          Sosyalist Cumhuriyet (Küba, SSCB, Çin, Kuzey Kore…)

-          Teokratik Cumhuriyet (İran)

-          Oligarşik Cumhuriyet (Azerbaycan, Suriye)

Demokrasi, Batılıdır. Cumhuriyet ise daha yaygındır, dünya genelinde görülür. Ancak anlaşılacağı üzere her Cumhuriyet demokratik ve çoğulcu değildir. Demokrasiler çoğulcu ve özgürlükçüdür. Cumhuriyet olmanız sizi demokratik kılmaz. Örneğin sosyalist cumhuriyetlerde tek parti yönetimleri vardır ve parlamento tek renklidir. Buradaki renk için kırmızı diyelim. Teokratik Cumhuriyet modelinde ise parlamento yine tek renktir ama bu kez renk yeşildir. Sadece yeşilin tonlarına rastlamak mümkündür. Oysa demokratik bir ülkenin parlamentosu gök kuşağı gibidir. Farklı siyasal eğilimlere, farklı siyasal renklere rastlamak mümkündür ve hatta bu bir zorunluluktur.

Oligarşik Cumhuriyet ise ülke yönetiminin küçük bir azınlığın elinde olduğu yönetim biçimidir. Coğrafyamızda bunun tipik örneklerine rastlamak mümkündür. Azerbaycan ve Suriye’yi buna örnek olarak verebiliriz. Denilebilir ki Azerbaycan’da Haydar Aliyev’in yerine oğlu geçti, bu nasıl Cumhuriyet? Doğru olmakla beraber İlham Aliyev göstermelik de olsa seçimle geldi. Seçimle gelmeseydi bu oraya monarşiye çevirirdi. Göstermelik de olsa yapılan seçim orayı Cumhuriyet kılmaktadır. Ancak elbette ki demokratik değildir. Bir ülkeyi demokratik kılacak temel unsurlardan biri de muhalefete yaşama hakkı ve iktidara gelebilme imkanı sağlamaktır. İlham Aliyev’in eşi Mihriban Aliyev’i Cumhurbaşkanı birinci yardımcı ataması, tam da bu oligarşik yapının yansımasıdır. Bir kadının, güzel bir kadının böyle bir görevde bulunması cazip gibi görünebilir. Gerçekten de Suriye’de Beşşar Esad’ın eşi de için de böyle bir değerlendirme yapılabilir. Evet bu ülkeler laiktir ama demokratik değildir. Gerçi bu ülkelerde demokratik bir altyapının olmadığı ve kısa sürede de olamayacağı unutulmamalıdır.    

Oligarşik cumhuriyetlerin parlamentoları semboliktir. Yasama ve yargı, yürütmenin kontrolü altındadır. En az iki bin yıllık devlet geleneği, en az iki yüz yıllık modernleşme tarihi olan Türkiye, Suriye ve Azerbaycan gibi oligarşik yönetimlere benzememelidir. Bu, her şeyden önce tarihini inkar etmek olacaktır.

1920’de hükümeti bile içerisinden çıkaran Meclis Hükümeti sistemini benimseyen Kurucu Meclis, normalleşme süreciyle birlikte Kabine Sistemi’ne geçebilmişti. Böyle bir geleneği olan doğrudan veya dolaylı olarak hükümeti içerisinden çıkaran Meclis, bu vasfını yitirmektedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sistemi’nde Meclis, bırakın kendi içerisinde hükümet çıkarmayı, bu hükümete güvenoyu bile vermeyecek duruma düşmektedir. Üstelik yasama gücünü de yürütme ile paylaşır duruma gelmektedir. Dün her şeyin merkezinde olan Meclis, bugün önemsizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sadece Meclis değil, Türk demokrasisi güç kaybetmektedir.

Milli Mücadele sırasında bile “Önce Meclis, sonra ordu” denilirken, bugün “Önce Başkan sonra Meclis” denilmektedir. Cumhurbaşkanı ile çatışmasın diye başbakanlık kaldırılırken, yasama gücünü cumhurbaşkanı ile paylaşan Meclis de önemsiz ve hatta gereksiz bir hale gelmektedir.

 

Yürütmenin gücünün kısıtlanması gerektiğini Avrupa ağır bir bedel ödeyerek öğrendi. İkinci Dünya Savaşı sonunda da bu konuda gereken önlemleri aldı. Muhalefetin güvence altında olmadığı bir demokrasi olamaz. Hukuk devletinin işlemediği bir ülke birliğini korumakta zorlanır ve bir refah toplumunun oluşması da mümkün olmaz.