İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan en büyük sorun Sovyet tehdidi idi. Hemen ertesinde Soğuk Savaşın da başladığı bu yıllarda Türkiye Batı bloku içerisinde yer aldı. Daha doğrusu yer almak için yoğun çaba harcadı. Sovyet tehdidi ve antikomünizm çerçevesinde Türkiye’nin sarıldığı sihirli kelimeler Amerikalı uzmanlar, Truman Doktrini, Marshall Yardımı ve ardından NATO oldu. NATO’ya girme çabası hem CHP’nin hem de halefi DP’nin politikasıydı. CHP ile DP arasında dış politikada çok da büyük bir farklılık yoktu. Fark ayrıntılardaydı. Örneğin Kore’ye asker göndermek için DP, TBMM kararına ihtiyaç duymazken CHP bunu bir zorunluluk olarak görmekteydi. ABD ile ilişkilerin gelecekte yaratacağı tehlikeye, Lozan’ın sağladığı tam bağımsızlık ilkesine vereceği zarara dikkat çeken neredeyse bir kişi oldu: Mehmet Ali Aybar. Aybar’ın bir sosyalist olarak ABD’ye karşı olması şaşırtıcı değildi. Asıl şaşırtıcı olan ABD’nin yanı sıra Sovyetlere yönelik de eleştiren tavrıydı. 1940’ların ikinci yarısında dünyada Sovyetlere karşı çıkabilen, yayılmacılığını eleştiren bir sosyaliste rastlamak pek de mümkün değildi. Aybar, bunun istisnai örneklerinden biriydi. Aybar istisnası bir yana herkes ABD ile ilişkilerin gelişmesinden ve Sovyet tehdidinin bertaraf edilmesinden memnundu. ABD ilişkilerin romantizmden gerçekçi temellere oturması ya da oturmaya başlaması için Johnson Mektubu’nu beklemek gerekecekti. Aslında Johnson Mektubu, ABD ile ilişkilerde romantizmin yerini hayal kırıklığının almasına ve ardından gerçekçiliğe bıraktı. Bunun mimarı İnönü oldu. Sonraki yıllarda bu politikayı Demirel ve Ecevit de sürdürdü. Hükümet politikası, devlet politikasına dönüştü. Bunun merkezinde ise Kıbrıs meselesi vardı. 1960’lı yıllarda Türkiye’nin dış politikasında ana konu Kıbrıs’tı; bugün ise PKK/terör ile mücadeledir. Dolayısıyla bu noktada paralellik kurmak mümkündür.

 

1960’lı yıllara gelmeden önce NATO’ya yeni girilen ve Kore Savaşı’nın sıcaklığının sürdüğü, ABD ile ilişkilerin romantik temelde yürüdüğü 1950’lerin ilk yarısında Celal İnce’nin bir şarkısına bakmak dönemin ruhunu, havasını bize iyi yansıtır. “Dostluk Şarkısı” (TheSong of Friendship) adlı propaganda plağı,“Amerika’nın Sesi” radyosu için Amerika’da kaydedilmişti. Plağın on binlerce kopyası Türk-Amerikan dostluğunun bir sembolü olarak Türkiye’nin hemen her yerinde bedava dağıtıldı. Plağın ön yüzünde“Göklere yükselen New York” ve “Efsane şehir İstanbul” görüntüleri vardı. Plağın arka yüzünde ise Türk ve Amerikan liderlerinin (Franklin Roosvelt, Thomas Jefferson, George Washington,Patrick Henry, Namık Kemal, Mustafa Kemal Atatürk ve Ziya Gökalp)özgürlük temalı sözleri yer almaktaydı.

 

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Bu bir dostluk şarkısıdır, Kardeşliğin yankısıdır,

Kore’de olduk kan kardeşi, Sönmez bu dostluğun ateşi.

Azmimizdir hür yaşamak, Dünyada sulhu sağlamak,

Dalgalanır hep bu uğurda, İstiklal aşkı ruhumuzda.

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Senin New York’un, Yükselir göklere,

Senin İstanbul’un, Destandır dillere,

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Ankara ile Washington, İzmir’in ile San Francisco’n,

Benzer derler birbirine, Doyulmaz güzelliklerine.

O muhteşem beldelerin, Pınarların nehirlerin,

Ünlü şelalen Niyagara, Haykırır gücünü dünyaya.

Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

Senin New York’un, Yükselir göklere,

Senin İstanbul’un, Destandır dillere.

Amerika Amerika, Türkler dünya durdukça,

Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında.

 

https://www.youtube.com/watch?v=0VYs5vwBiGs

 

O tarihten günümüze köprünün altından çok sular aktı. Türk-Amerikan ilişkilerinde ilk ciddi sınav, Kıbrıs meselesinde yaşandı. Sonuç Türkiye açısından bir hayal kırıklığı idi. Ancak neticede Türkiye, daha gerçekçi bir dış politikaya yöneldi, politikasını revize etti. Günümüzde ise Türk-Amerikan ilişkileri bir kez daha sınavdan geçiyor. Bunun iki ayağı var. Biri FETÖ, diğeri PKK… Her ikisinde de sonuç almak olası görünmüyor. Türkiye’ye daha çok silah vermek ya da bilgi paylaşımında bulunmak çocuk kandırmaya benziyor. Bir taraftan Türkiye’ye diğer taraftan PKK’ya silah vermek, bana 1980 öncesinde sağcı ve solcu gruplara aynı ellerden silah verilmesini ve askeri darbe sürecinin hızlandırılması sürecini hatırlatıyor. Bu oyuna gelmemek gerekir.

 

Geçenlerde “Suriye’de bugün IŞİD’in karıştırıcı/parçalayıcı, PKK/PYD’nin yeniden düzenleyici/dizayn edici enstrüman olarak kullanıldığı dikkat çekmektedir”diye yazmıştım. Dolayısıyla bu emperyalizmin bir politikasıdır. Irak’taki tablonun bir benzeri 25 yıl aradan sonra Suriye’de tekrar ediyorsa Türkiye’de karar vericilerin bundan ders çıkarması gerekmez miydi? Türkiye, Irak’ta yaptığı hatayı Suriye’de de yapmak zorunda mı? Devlet aklı, devlet hafızası, devlet belleği nerede?

 

Ayrıca ve son olarak on yıllardır rekabet eden ABD ve Rusya’nın PKK/PYD konusunda ortak politika izler hale gelmesi,Türkiye’deki karar vericilerin bir takım şeyleri yanlış yaptığının işareti değil midir?