Daha doğduğumuz anda başlayan ölüm, insan yaşamının en gerçek unsurlarından biridir. Ne sultan ne de gariban tanır, ayırım yapmaksızın alıp götürür. Bir diğer deyişle her şeyi eşit yapar ölüm.


Ölümün olduğu bu dünyada hiç bir şey çok da önemli değildir. Aslında bir nefes kadar yakındır insana çoğu kez ve en iyi ölüm beklenmeden gelendir. Şöyle bir tarifle de tanımlayabiliriz onu: '' Ölüm, sanki yanlış yöne giden ve bir istasyonda durmadığı için inemediğimiz trene benziyor.''


Erken ölüme, zamansız ölüme gelince; böylesi de bir kader olsa gerek. Bu kaderin gölgesinin daha önce yaşamımızda fark edildiğini, ayrılıkla ilgili işaretlerin olup olmadığını bilmiyor ve değerlendiremiyoruz.


Nedendir bilinmez, yaşam kimilerine adil davranmıyor. Yüreğinde doyamadığı sevdasını taşıyanlar, daha yapacağı güzel şeyleri ve büyüteceği çiçekleri olanlar ölümde çok erken sıralarda yer alabiliyor. Böylesi erken, zamansız ölümlerde geriye kalanlar çoğu kez onun yapamadıklarını, yarım bıraktıklarını yaparak yaşamdan alamadığı öcünü almak istiyor sanki.


Zamansız, sırasız, erken ölümle kaybettiklerimizin yaşamımızda derin izler bıraktığını biliyoruz. Arkalarında kalan o acıyla, yasla baş edilmesi hiç de kolay olmuyor.


Acaba Tanrı, farklı özellik ve donanımları olan insanları görevlerini yerine getirdikten sonra erken mi alıyor yanına?..