Türk milliyetçiliği fikrinin doğuşu, 19. Yüzyılın sonlarına rastlar. Türk milliyetçiliğini “geç milliyetçilik” olarak tanımlayabiliriz. Bunda Türklerin imparatorluğun asli unsuru oldukları için bu fikri geç benimsedikleri dile getirilse de, bu çok da gerçekçi değildir. Temel faktör imparatorluğun tanım toplumundan sanayi toplumuna geçemeyişi, kentli, seküler ve sınıflı bir toplumsal düzen inşa edemeyişidir. Kapitalizmin ve burjuvazinin yükselmediği bir toplumda ne sekülerlik/laiklik ne de milliyetçilik yükselebilirdi. Milliyetçilik, köylü toplumun kentli burjuva toplumunun ürünüdür. Bazı sapmalar yaşansa da bunun paralelinde ulusal egemenlik ve demokrasi kavramları da gelişmiştir. Batı’da milliyetçiliğin yükselişi bu sınıfsal temellere dayanırken Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinin yükselişinin öncüsü ve tetikleyicisi bürokrasi ve aydın tabaka olmuştur. Bunun temel nedeni de imparatorluğu kurtarma arayışlarından biri olarak milliyetçiliğin görülüşüdür.

Türkiye’de iktidar ve aydın tabaka içerisinde milliyetçiliğin yükselişi, İkinci Meşrutiyet döneminde özellikle 1912 yılına rastlar. Birinci Balkan Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması ile “tepkisel” anlamda bir Türk milliyetçiliğinin yükselişi kaçınılmazdı. Bir Balkan imparatorluğu olan Osmanlı’nın buradaki tüm topraklarını kaybetmesinin yarattığı travma inanılmaz derece büyüktü. Balkanların kaybı, aydın tabakada milliyetçi dalganın yükselişini beraberinde getirdi. Türk Ocaklarının bu tarihte kuruluşu tesadüf değildi. 1912’den 1922’ye kadar süren bu “Türkün Ateşle İmtihanı”nda rol alanların önemli bir bölümü, Türk Ocaklıydı. O kadar milliyetçiydiler ki, isimlerine Türkçe adlar ilave ettiler. Şevket Süreyya, önce Aydemir takma adıyla yazdı sonra bu takma adı soyadı yaptı. 1930’de Menemen’de şehit edilen öğretmen asteğmen Mustafa Fehmi de Kubilay takma adını almıştı.

İkinci Meşrutiyet’in bu aydın kuşağından bazı isimler, ülkenin nasıl kurtulacağı ile ilgili olarak zaman zaman fikir de değiştirdiler. Burada önemli olan fikirden ziyade ülkeyi kurtarmaktı. Örneğin Şevket Süreyya Türkçülükten Bolşevizme ardından da Kemalizme yöneldi. Ancak ülkeyi kurtarma sevdası değişmedi. Kimi zaman ideolojileri eklektik de oldu. Bir miktar Türkçülük bir miktar Marx esintisi… Mahmut Esat Bozkurt örneğinde olduğu üzere… Ya da TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi de Türk Ocaklıydı.

Özetle söyleyecek olursak Cumhuriyet kuran kuşağın önemli bir bölümü Türk Ocağından çıkmıştı. Ancak Cumhuriyeti kuran kuşak onlardan da ibaret değildi. İttihatçılık şemsiyesi, İttihatçı İslamcıları ve İttihatçı Batıcıları da kapsıyordu. Neticede birleştikleri yer milliyetçilik oldu.

Cumhuriyet, İkinci Meşrutiyetin bu siyasi mirası üzerine kuruldu. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyetin kurucuları, inşa ettikleri ulus-devleti barışçı ve kalkınmacı bir temel üzerine, tüm toplumsal kesimleri kapsayacak özümleyici bir milliyetçilik anlayışıyla ve seküler/laik bir şekilde oluşturdular. Dinsel kimliğin yerini ulusal kimlik, tebaanın yerini yurttaş, kulun yerini birey alacaktı. Hedef buydu. Bu kuşak, 1878’den 1918’de üç büyük travma atlatarak (93 Harbi, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı) imparatorluk bakiyesinden bir ulus devleti güçlükle çıkarabildiler. Söz konusu nesil, her şeyden önce idealisttiler, vatanseverdiler. Kimisi vatan savunması için yurtdışındaki eğitimini tamamlar tamamlamaz ülkeye/cepheye koştu; kimi savaş bitiminde yurtdışına eğitime gitti ve hevesle/aşkla ülkeye döndü. Kimisi de Anadolu bozkırına aydınlanma ışığını yaymaya yöneldi. Hiçbiri yüksünmedi, hiçbiri şikayet etmedi. Yaşanan zorluklardan yılmadılar. Ülkeyi terk etmeyi de düşünmediler.

İşte bu kuşağın Milli Eğitim Bakanları da böyle idi: Mustafa Necati, Reşit Galip, Saffet Arıkan ve Hasan Ali Yücel… Reşit Galip’in yazdığı “Andımız” 2013’e kadar bu ülkede okutuldu. Ne diyordu Andımız?

Türküm, doğruyum, çalışkanım.

Yasam; küçüklerimi korumak,

Büyüklerimi saymak,

Yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Sonraki yıllarda bazı değişiklikler geçirse de, metin özünden bir şey kaybetmemişti. Türk olmak ve Türklüğünle övünmek ne zaman ırkçılık oldu? Cumhuriyetin kurucu babalarının tanımladığı Türklük bir üst kimlikti. Bu sizin etnik kimliğinizi ortadan kaldırmıyordu. Alman, Fransız, İtalyan, İngiliz olmak ne zaman ırkçılık olarak tanımlandı ki? Türklük ırkçılık olsun ve bundan rahatsız olunup bu metin kaldırılsın. Üst kimliğin olmadığı ya da işlemediği devletlerin sonunu görmek istiyorsanız Irak, Suriye ve Yugoslavya’ya bakın… Doğru olmanın ve çalışkan olmanın neresi kötüdür? Doğrunun tersi, eğridir. Eğri mi olalım? Hırsızlık, ahlaksızlık, yolsuzluk mu yapalım? Çalışkan olmanın neresi rahatsız eder ki? Tembel mi olalım?

Mustafa Kemal’in, “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar” sözü yanlış mıydı?

10. yıl nutkunda, “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır” diye toplumu motive etmeye çalışması ırkçılık mıydı? Neydi? “Türk milleti aptaldır, Türk milleti tembeldir” mi demeliydi? Zaten bu sözler bu iddialara bir yanıt değil miydi? Hatta “Türk de neymiş? Demeyelim öyle şeyler biz faşist miyiz?” mi demeliydi…

Küçükler korunmasın mı? Tecavüz edilsin, küçük yaşta evlendirilsin, ses çıkarılmasın mı?

Yurdumuzu sevmeyelim mi? Başka yurtları mı sevelim? Başka yurtları sevenleri, yurtsuzları görmüyor muyuz?

Ülkemizi yükseltip ileriye götürmeyelim mi? Sömürge ve geri mi kalsın? Osmanlı gibi parçalanıp dağılsın mı?

Varlığımız Türk varlığına değil de FETÖ, PKK gibi örgütlere, cemaat ve tarikatlara, emperyalist güçlere mi armağan olsun?

 

Kaldırdınız da ne oldu? Avrupa Birliği’ne girdiniz de Avrupa Marşı mı okuttunuz? Gerçi Avrupa Birliği’nde kimse milli kimliğini de yitirmiş değil. O da ayrı mesele… Dünya Birleşik Devletleri kuruldu da dünya vatandaşı mı olduk? Yerine ikame edilen şey, dinsel kimlik… Barışçı ulusal kimliğin yerini dinsel cihatçı kimlik alıyor. Yapılmak istenen iyi niyetli olsa bile sonu hayır değil… Mustafa Kemal’in 300 yıllık gecikme dolayısıyla çöken imparatorluktan güç bela kurtarabildiği ulus devleti, 1000 yıllık gecikme bataklığına sokmamak gerekiyor. Bizim Cumhuriyetin erken dönem okullarından yetişen Aziz Sancar’lara, Cahit Arf’lara ihtiyacımız var. Onları çoğaltmaya bakalım. Kurtuluş buradadır.