1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Türkiye’nin temel kaygısı, güvenliğini sağlamaktı ve sorunlarını barışçı yollardan uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak çözmekti. Türkiye bu güvenlik ve barış ortamı içerisinde de, hızlıca kalkınmak amacındaydı. Cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar Atatürk’ün TBMM açış konuşmalarında, bunu hemen her yıl görmek mümkündür. Nitekim, söz konusu dönem boyunca Türkiye, hem güvenliğini sağlamak, hem de sorunlarını barışçı yollardan çözen saygın ve güvenilir bir ülke olmak için çok yönlü bir dış politika izledi. Bu politikaları izlerken temel ilkesi dürüstlük ve açıklıktı. Söz konusu çok yönlü politikaların üç ayak üzerine oturduğunu söylemek gerekir: 

Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurmak (1925 dostluk antlaşması)

Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak (Milletler Cemiyeti’ne giriş 1932, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Hatay sorununun çözülüşü)

Bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmak (Balkan Antantı 1934, Sadabat Paktı 1937)

1920’li yıllarda Türkiye, Batı ile olan sorunlu ilişkilerini düzeltmek niyetinde idi. 1925’te Sovyetler Birliği ile dostluk anlaşması imzalandı; ki, iki ülke arasında iyi ilişkiler daha Kurtuluş Savaşı yıllarında başlamıştı. Bunun nedenleri arasında, ortak düşmana karşı işbirliği önde geliyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan yüzlerce yıllık pek çok sorununu çözmekle birlikte, bazı sorunların Cumhuriyet dönemine kalması kaçınılmaz olmuştu. Lozan’dan arta kalan sorunlar olarak Musul, Hatay ve Boğazlar Sorunu’nu saymak gerekir. Bunlardan Musul hariç, diğerleri Türkiye’nin lehine çözümlendi.

Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı'nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasal, tarihsel, etnografik, coğrafi, ekonomik ve askeri açılardan açıkladı. 

İsmet Paşa'nın bu konuşması incelendiğinde Musul'un bir Türk toprağı olarak kabul edilmesindeki gerekçelerin yanı sıra, İngiltere'nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü görülmektedir. Esasında Türk tezinin dayandığı temel nokta etnografik sebeplerdir. Musul vilayetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş ve Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu'dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. 

İsmet Paşa'nın bölgede "plebisit" yapılması yönündeki teklifi yine Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıdır. Curzon'a göre, bölge halkının rey verme alışkanlığı yoktur. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü; İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını adeta "cahiller topluluğu" olarak kabul ettiklerini gösterdi. 

Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gergin olduğu dönemde, Atatürk 1 Mart 1924 tarihinde TBMM açış konuşmasında Milletler Cemiyeti’ne girmekten söz ediyordu. Burada eşit bir üye olmayı, uluslararası sorunları hak ve adalete dayalı olarak çözmeyi amaçladıklarını, Türkiye için barış ve huzur yolunda ilerlemelerin kaydedildiğini vurguluyordu.

Atatürk’ün 1 Kasım 1924 tarihli TBMM açış konuşmasında da Batı ile ilişkileri geliştirme çabasını vurgularken, Musul meselesinin “hak ve adalet” ölçülerinde çözülmesini istiyor ve Milletler Cemiyeti “mefkuresi(ni) milletler için mucibi selamet” olarak niteliyordu. Tüm bunların yanında Sovyetler Birliği ise “kadim dost”tu. Görüleceği üzere Atatürk, hem Sovyetler Birliği ile dostluğu sürdürmek, Batı ile iyi ilişkiler kurarak sorunları lehine çözmek amacındaydı.  

Atatürk’ün 1 Kasım 1925 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmanın dış politika kısmı “Türkiye Cumhuriyeti’nin beynelmilel aile-i medeniyette kabili ihmal olmayan bir unsuru kuvvet ve müsalemet olduğu geçen bir sene zarfında bir daha tezahür etmiştir ümidindeyim” cümlesiyle başlıyordu. Sovyet ve Afgan dostluğundan bahseden cümleleri milletvekillerince alkışlanıyor; Musul meselesinin gerginliği hâlâ devam ediyordu.   

Türkiye’nin Irak petrolleriyle ilişkisi 1926 yılında Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan üçlü antlaşmadan (Ankara Antlaşması) doğmaktadır. Bu antlaşmanın 14-b maddesine göre Irak petrol gelirlerinden 25 yıl boyunca Türkiye’ye yüzde 10 pay verileceği öngörülmüştü.

Şeyh Sait İsyanı, Türkiye’nin yoğun olarak Musul sorunu ile ilgilendiği bir dönemde ortaya çıktı. İsyanın çıkışı, büyüklüğü ve bastırılmasında yaşanan sıkıntılar Türkiye’yi İngiltere ile anlaşmaya zorladı. Musul’u alma çabasının ülke içinde sorun yaratacağını anlayan ve kuruluş aşamasında olan Türkiye, o dönemde kendini buna zorunlu hissetmişti. Zorlukla ve yokluklar içerisinde kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın ertesinde isyanı bastırmak Türkiye için ciddi bir mali külfet de getirdi. Savaş ertesinin ve kuruluş yıllarının getirdiği gerilimi Türkiye sürdürebilecek durumda değildi. Nitekim, 1926 yılında İngiltere ve Irak’la anlaşarak sorunu barışçı yollardan –kendi aleyhine olsa da- çözdü.

Yukarıda adı geçen Ankara Antlaşması’nın imzalanma tarihi 5 Haziran 1926’dır. Antlaşma yanlış bilinen iki bilgi var. Birincisi 500 bin İngiliz sterlini karşılığı Musul’dan vazgeçildiği iddiasıdır. İkincisi ise Musul ve Kerkük, Irak’tan ayrıldığı takdirde Türkiye’nin müdahale hakkının doğmasıdır. Sosyal medyada bu konuda son zamanlarda yoğun bir şekilde bu iki yanlış bilginin paylaşıldığı görülmektedir: 

 

(Gerçi 500 bin ile 5 milyon karıştırılmış ama, o kadar olur diyelim!)

 

(İnsanın aklına şu sorular geliyor: Bunu yazan hiç Porsche’ye bindi mi? Hiç Porsche satın alacak kadar parası oldu mu? )

 

Sosyal medyada yapılan paylaşımların gerçeklikle bir ilgisi yok. Ancak 500 bin sterline vazgeçildiği iddiasının yer aldığı kaynaklar/kitaplar var. Örneğin Edip Çelik’in 100 Soruda Türkiye’nin Dış Politikası (Gerçek Yayınları, İstanbul, 1969) adlı kitapta (s. 76) bu bilgi verilmektedir. Aynı bilgi Olaylarla Türk Dış Politikası Cilt I (1919-1973) adlı kitapta da (AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1977, Dördüncü Baskı) yer almaktadır (s. 79). Söz konusu son kitapta bu bilgi şu şekilde yer almaktadır:

“… Andlaşmaya göre (madde 14) Irak Hükümeti, Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye, 25 yıl süre ile petrolden alacağı aidatın % 10’unu verecekti. Daha sonra, 1926 Andlaşmasına ek notalarda öngörülen esasa uygun olarak, Türkiye 500.000 İngiliz lirası karşılığında petrol üzerindeki hakkından feragat etmiştir”.  

Oysa gerçekler bunu teyit etmemektedir. Bu konuda elimize alacağımız ilk kitap, İsmail Soysal’ın Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları I Cilt (1920-1945) adlı kitaptır (TTK Yayınları, Ankara, 1989, İkinci Baskı). Kitabın 309-319 sayfalarında antlaşmaya ait bilgiler yer almaktadır. Antlaşma 18 maddeden oluşmaktadır. Bu maddeler sınırlar, iyi komşuluk ve genel hükümleri kapsamaktadır. Petrol gelirlerine ilişkin kısım genel hükümler kısmında yer alan 14. Madde içerisinde belirtilmektedir. Antlaşmaya ek olarak aynı gün yani 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye’ye verilen notada, 25 yıllık % 10 alacaktan Türkiye’nin istediği takdirde 500 bin lira karşılığında vazgeçmesi önerilmektedir. Öneri, İngiltere ve Irak yönetimine aittir. Beklenti Türkiye’nin alacaklarını ucuza kapatma isteğidir. Yanmış, yıkılmış ve ciddi ekonomik sıkıntılar içinde bulunan Türkiye’nin bu nakit parayla ikna edilmesi amaçlanmıştır. Ancak Türkiye bu teklifi kabul etmemiştir. Kimileri yapılan teklifi kabul edilmiş gibi algılamış bu yanlış yıllarca tekrarlanır olmuştur. 

Konuyu araştırma konusunda ilk adım atan ve gerçeği ortaya koyan Hikmet Uluğbay olmuştur. İlk baskısı 1995 yılında yapılan İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik kitabı halen basılmakta olup konuya açıklık getirmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin bütçelerini inceleyen ve 1930’lardan 1950’lerin ortalarına kadar petrolden alınan payları inceleyen Uluğbay, paraların alımının DP iktidarı döneminde sorunlu bir hale geldiğini ve ardından 1958 darbesiyle kesildiğini ve 1980’lerin ortasında da Özal’ın bu alacakları bütçede gelir hanesinde göstermekten vazgeçtiğini yazmaktadır. Dolayısıyla parayı tahsil edemeyen DP iktidarıdır. Bütçedeki gelir kaleminden alacağı çıkaran da ANAP iktidarıdır. Sonuç olarak Türkiye’nin Musul petrolleri üzerinden halen alacağı mevcuttur. Bunun tahsil edilip edilemeyeceği hukukçuların işidir. Ancak bu alacak vesilesiyle Türkiye’nin Musul üzerinde bir hak iddiası da söz konusu olamaz.  

Antlaşma açısından Musul-Kerkük yöresindeki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin varlığı da Türkiye’ye müdahale hakkı tanımaz. Üstelik Irak’ta Saddam’ı devirip Barzani yönetiminin oluşumuna ne yazık ki emperyalist güçler kadar Türkiye’deki iktidarlar da katkı sağlamıştır. Özal yönetiminin Saddam’ı devirme ve 1 koyup 3 ya da 20 alma hayalleri de Irak’ın parçalanmasına ve bugünkü bölgesel yönetiminin oluşumuna hizmet etmiştir. Son 15 yılda da ABD’nin Irak’taki müdahalesinin ardından oluşan yeni yapılanmanın bir numaralı ekonomik partneri Türkiye olmuştur. Petrol alışverişinden tutun da bölgenin imarına kadar… Hatta bunlar Irak merkezi yönetimini dışlayarak da yapılmıştır. Bugünün altyapısının hazırlanılmasına ne yazık ki hizmet edilmiştir. Türkiye’nin bölgedeki “kültürel” bağlarının (Türkmenler) tahrip edildiği gerçeği göz ardı edilmiştir.    

Bugün gelinen noktada zararın neresinden dönülürse kârdır. Ancak şişeden çıkan cin’i geri koymak hiç de kolay değildir. Türkiye’ye bundan sonra düşen bölge ülkeleriyle ittifak yapmak, komşu ülkeleri yönetimlerini değiştirmeye kalkmamaktır. Hem aklıselim ve hem de Cumhuriyetin kurucu değerleri bunu gerektirmektedir. Aksi takdirde sıranın size geleceğini de unutmamak gerekir. Tüm bunlardan çıkarılması gereken bir ders de Türkmenler başta olmak üzere kültürel bağları tekrar güçlendirmek ve yaraları sarmak olmalıdır