Bugün Bergama kalesinin eteklerindeki Kurtuluş mahallesi ile İslamsaray mahallesini birbirinden ayıran Kınık yolunun sağında bulunan askerlik şubesinin önü ile Bazilikanın arkasında boş olarak bulunan büyük arazide; Rahmetli gazeteci yazar, babam Sedat Gobi’nin anlattıklarından dağarcığımda kalanlar beni yanıltmıyorsa 1945li yıllarda, toplarını katırların çektiği bir topçu kışlası bulunuyordu.

Topçu alayının inşaat bölüğü, bugün Kız Türbesi olarak bilinen yerde birkaç ağacı keserek kireç ocağı kazmaya başlamışlar.

Kazıyı yapan askerler, bir ara büyük korku ve telaş ile kumandanlarının yanına gelmişler   “Biz kazıya devam edemeyeceğiz, bize bir şeyler oluyor çok korkuyoruz, gelin görün” demişler. Askerlerin başındaki teğmen kazı yerine geldiğinde, kefeni hafifçe solmuş fakat kendisi hiç bozulmadan kalabilmiş bir cesetle karşılaşmış. Genç teğmen durumu alay kumandanına haber vermeyi uygun görmüş. Hemen bir soruşturma açılmış ve bu cesedin aşağı yukarı 100 yıl evvel ölen Lokman Dede’ye ait olduğu anlaşılmış. Lokman Dede’yi olduğu yere, tuğladan güzel bir mezar yapıp defnetmişler. Alayın istinat duvarını da geriye çekerek türbeyi askeri sahanın dışında bırakmışlar.

Lokman Dede, gençliğinde bir kız kadar güzel, çok şen şakrak, muzip, adeta ölüyü güldüren soydan bir insanmış. Okuması yazması yerinde, irfan sahibi, aydınlık fikirli, özellikle de adaletli ve çok iyi kalpliymiş. Her yıl, Ramazan ayı gelince Bergama’dan Midilli’ye gider,  Ramazanı orada geçirirmiş.

Bir yıl Midilli dönüşü, onu görenler Lokman Dede’yi tanıyamamışlar. Ne neşesi, ne şakaları, ne latifeleri kalmış. İçli içli düşünüyor, durumundan, halinden kimseye söz açmıyor, bu yoldaki soruları kaçamaklı fakat tatlı bir dille geçiştiriyormuş.

O günden sonra Lokman Dede’nin nasıl olduğunu ve nasıl erdiğini cümle alem herkes görmüş…  Midilli’ye son seferinde ihlaslı bir el, Lokman Dede’nin yüzüne ayna tutmuş, kendini kendine göstermiş, kendini bildirtmiş. Her olan ve eren gibi, o da yalnız başına değil, kendisiyle beraber yürüyebilenlerle yol alıyormuş.

 

Fakat kim ki çevresine göre biraz fazla, biraz çabuk yol alır; ona sataşan, onu çekiştiren, onu çelmeleyen çok olur. Lokman Dede de ilerledikçe onunla uğraşanlar artmış. Bunların içinde Bergama’nın belli başlı hükümet memurları da varmış. Dede bir sabretmiş, iki sabretmiş, üç sabretmiş. Gün olmuş, artık bıçak kemiğe dayanmış.

Bir gün bakmışlar ki Dede yatmakta olduğu medresenin avlusunda çalı çırpı toplamış yakıyor. Derviş Ali, yanında durup ustası ne yapıyor, diye merakla seyirde.

Çalı çırpı tutuşunca Lokman Dede:”Ali, diyor. Şu minareye çık da bak bakalım, Bergama’da yanan bir şey var mı?”

Derviş Ali minarede, şöyle dolaşıp bakıyor ki Bergama’nın Hükümet Konağı alev alev yanmakta, o saat işi anlıyor : “Hocam!” diye sesleniyor,”Konak yanıyor!”

Şimdi bu konağın yerinde yeller esiyor, yeri bir meydan halindedir. Bergamalılar buraya hala ‘ Yanık Konak’ derler.

Bu Derviş Ali, Lokman Dede’nin gerçeğini gören ve ona ilk bağlananlardan biriymiş. Bir an bile Dede’nin yanından ayrılmaz, onun bir sözünü iki etmezmiş. 

Söylentilere göre Ali, kimsesiz bir çingene çocuğudur.  Lokman Dede gibi bir erin elini tutan için şu soydan, bu sülaleden olmak değil, insan olabilmek esas. Dilerse o, insanın üzerinden çingeneliği alıverir, asıl ruhunu, cevherini ortaya çıkarır. İnsanları boy, soy cinse göre ayırmak bizim gibi cahillerin işi. Gerçekten ulu olanlar, asla böyle şeylerle uğraşmazlar! Onlar sadece ruha bakarlar.

Bergamalıların bazılarının Lokman Dede’ye, bazılarının Kaf Dede’ye yordukları bir yağmur öyküsü var ki pek hoştur. Kaf Dede mi, Lokman Dede mi biz bilemeyiz. Ama sonuçta adlarının ayrılığı da bir şey ifade etmez ki…

Kurak bir yılmış; toprak susuzluktan yarılmış. Ekinler yanmış, kavrulmuş. Cümle alemin gözü gökte Allahtan rahmet beklermiş. Bakmışlar ki olmayacak, Tanrı niyazlarına cevap vermiyor. Bergamalılar toplanmışlar,”Lokman Dede’nin Hakka nazı geçer” demişler, gidip Dede’ye çöreklenmişler:

 

‘’Dedem gökyüzü kurudu. Güldürürsen yüzümüzü sen güldürürsün. Himmet et! Ekinlerimiz kurudu, çoluk çocuğumuz bu yıl aç mı kalacak?”

Lokman Dede, bu istek ve yalvarışlara karşı sesini çıkarmaz, sadece: ”Hali vakti yerinde Bergamalılar, biraz zeytinyağı göndersinler bana.’’der.

Yörede bolca bulunan zeytinyağı teneke teneke Dede’nin medresesi önüne gelir. O zaman Lokman Dede biriken yağları ‘ Yağ!Yağ! ‘ diye bağıra bağıra fakire fukaraya dağıtmaya başlar. O, ‘Yağ!’ dedikçe yağmur yağar. Ortalığı sular seller götürür.

Bu kez, Bergamalılar: ”Aman Dede!” derler,”Yağmur isterken ortalığı seller götürdü.” Dur de şu mübareğe…”

Böyleyizdir biz insanoğlu. Ne istediğimize çoğu zaman karar veremeyiz.

Lokman Dede, bu sefer heybesini omzuna vurur; çam fıstığı, kuru üzüm, pestil ve cevizli sucuktan ne bulduysa içine doldurur, nerede oyun oynayan çocuk görse heybesinin gözünü açar ve seslenir: “Yağma! Yağma!”

O ,”Yağma!” diye bağırdıkça göğün suları çekilir, ortalık güllük gülistanlık olur.

Böyle bir eren imiş Lokman Dede…

Derviş Ali, Dede’ye hayran, Dede’nin ardından hiç mi hiç ayrılmıyormuş.

 Lokman Dede bir gün konuştukları sözü yarıda keserek: “Ali” demiş: “ Beni sever misin?”

“Elbette, dedem!”

“Çok mu seversin?”

‘’Çok.”

“Ne kadar seversin? Bunu bilmek isterdim.”

“Anlatamam ki… Bunun tarifi yoktur.”

“Ben sana: Ali,  bana olan sevgini göstermek için şu minareye çık da kendini aşağıya at desem!”

Demeye kalmamış, Ali yerinden fırlamış, minarenin merdivenlerini üçer beşer nefes almadan çıkmış ve kendini boşluğa bırakmış. Bırakmış; ama ona bir şey olmadığını da bütün Bergama hayretler içerisinde izlemiş.

Lokman Dede hastalanıp yatağa düştüğü zaman çok yaşlı değilmiş; ama hastalığının aslını biliyor olmalı ki yakınlarına vasiyet etmiş:

“Bana bir emri hak vakti olunca, Poyracık köyündeki dostumu çağırın. Beni o hazırlasın, güneş doğmadan definim yapılsın.”

Bir gece sabaha kavuşurken, Lokman Dede ruhunu Hakk’a teslim etmiş. Yanındakiler vasiyeti hatırlamışlar; ama dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktaymış. Ne söylenen köye adam göndermeye vakit varmış, ne de güneşten evvel Lokman Dede’nin işlerini bitirmeye.

Herkes büyük bir üzüntü içinde, ne yapsak ne etsek de vasiyeti yerine getirsek diye çırpınıp dururken, medresenin kapısı güm güm dövülmeye başlamış. Bir de bakmışlar ki Lokman Dede’nin Poyracık köyündeki dostu, yağmurdan sırılsıklam, kapıda duruyor. Biraz da öfkeli… Biraz da celalli…

“Nerede Lokman Dede?” demiş.

Kapıyı açanlar bu soruya hayli şaşırmış. Neden sonra biri : “Sizlere ömür!”  “ Az önce vefat etti.’’ demiş.

Vay Lokman’ım vay! Demek bunun için beni bütün gece uyutmadın; zorladın; kalk acele gel, diye dayattın.”

Lokman Dede’nin Poyracık köylü can dostu hem ağlamış, hem de büyük erene karşı son görevini yerine getirmiş.

Bencileyin bütün erenlerin değişmeyen yanı: Hak aşığı birer serdengeçti olmaları; iyiyi, güzeli, doğruyu sevmeleri… 

Hayatı menkıbelerinden, efsanelerinden sıyırın, ortada şu gerçek her zaman kalacaktır: Anadolu erenlerinden hiçbiri hayatlarını kendi özleri uğruna, kendileri için yaşamamışlar; koşulları nasıl gerektiriyorsa öyle yaşamışlar, çevrelerine de insanca yaşamanın yollarını öğretmişlerdir.

Erenlerin hemen hepsi hakkı koruyan, aydın, verimli, güler yüzlü, bağışlayıcı ve hoş görülüdür. Hepsi çalışkandır. İddiasız ve özellikle alçak gönüllüdür. Bir aba bir asa tenhalarda ermemiş, toplumun içinde ve onun yaşamına katıla, karışa ermiş ve olmuşlardır.

Çocukluğumuzda, ailemiz, yeni bir şehre, yeni bir mahalleye veya yeni bir eve taşındı mı, evin büyükleri önce mahallenin erenlerini, sonra yoksulunu sorarlardı. O gece, aile bir araya gelir, biri erenlere o güzel sesiyle Kur’an okur, sonra yoksula gereken ilgi gizlice gösterilirdi. Türk örf ve adeti buydu.

Işık ve sevgiyle kalın!