ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması son günlerin en çok konuşulan konusu oldu. Filistin meselesi bugün Türkiye’de daha çok muhafazakar çevrelerin gündemini oluştursa da çok da uzak olmayan bir tarihte, 50 yıl kadar önce solcu çevrelerin gündeminde de önemli ölçüde yer işgal etmekteydi. 1960’lı yıllarda yükselen sol/sosyalist dalga Filistin’i de etkilemişti. Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin sözcüsü Naif Havatme’nin 1967’deki 6 gün savaşlarının ardından yazdığı ve tabanına moral aşılamayı da amaçlayan Filistin’de Halk Savaşı ve Ortadoğu adlı kitabı yine sosyalist bir yayınevi olan Ant tarafından Türkçeye kazandırıldı. Eylül-Ekim 1969’da Beyrut’ta yayınlanan kitabın daha bir yıl geçmeden Haziran 1970’de İstanbul’da yayınlanması manidardı. Kitap, Ortadoğu’da emperyalizme karşı yürütülen devrimci mücadelenin önemine dikkat çekmekte, emperyalizmin Siyonizm’i bir araç olarak kullandığı vurgulamaktadır. Dünyada yükselen antiemperyalist ve sosyalist mücadelenin başarıya ulaşacağına duyulan inancı belirtmektedir. Bu bağlamda Türkiye’den Filistin’e devrimci dayanışma adına giden Deniz Gezmiş gibi sosyalistleri de anmak gerekir. Onların sahip oldukları romantizmin benzerine Türkiye’deki İslamcıların sahip olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak o dönemdeki Filistin solu ile Türk sosyalistlerinin bağı anlamlıdır. Dünyanın ve şartların değişmesiyle beraber her iki tarafta da yükselen siyasal akımlar farklılaştı. Filistin’e gösterilen ilgi de…

Aslında 100 yıl önce de Filistin ve Kudüs, ilgi alanımızdaydı. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı’nda bu coğrafyadaki durumumuzu “Bizim İmparatorluk” başlığı altında şöyle anlatmaktaydı: 

“(…) Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. 

Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.

Kamame kilisesinin Hıristiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnızca anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların ya da başka devletlerin… Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.

(…)

Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. 

Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.

Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.

(…)

Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.”

Bir tarım imparatorluğu olarak ömrünü tamamlayan Osmanlı’nın tüm modernleşme çabaları onu kurtarmaya yetmemişti. Ne ticaret ne de sanayi devleti olabilmişti. Bu nedenle de elindeki toprakları ne sömürgeleştirebilmişti ne de vatanlaştırabilmişti. Böyle bir ortaçağ devletinin –üç kıtaya yayılmış devasa bir imparatorluk kurabilmiş olsa da- 20. Yüzyılda yaşayabilme imkanı var mıydı?

Atay’ın kitabının “Musa Oğulları” başlığı altında yazılanlar, Filistin’in başına geleceklerin yüz yıl öncesinden habercisi gibidir: 

“Kudüs kelimesi, Hıristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te, ne de Filistin’de Hıristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs’ün Hıristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra’nın politika meselesidir.

Kudüs’ün yerli meselesi, Yahudi-Arap meselesi: Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!

Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırımızı yanaklı Alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerinin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.

Eski Filistin’de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır.

Yahudi Filistin’de kasabalar, portakal kokuları ile, düzgün şosalar, Frenk incirleri ile çevrilmiştir. Şubat ayında göğüsleri ve enseleri açık kadınlar, keskin kokulu gül demetleri ve olmuş portakallarda süsledikleri zengin otel salonlarında, gözler engine dalmış, harp sonunu beklemektedirler”.

Söz konusu harp sonu gelmiş; Osmanlı beklendiği gibi yenilmiş ve Türkler, Misak-ı Milli sınırlarına çekilmiş ve kendi kaderlerini tayin etmeye yönelmişlerdir. Araplar için ise, buyurun siz de kendi kaderinizi tayin edin edebiliyorsanız demişlerdir. Biz Milli Mücadele sonucunda kan ve canla bedelini ödeyerek Anadolu’yu vatana dönüştürdük. “yurtta barış, dünyada barış” politikasıyla bir kalkınma hamlesine giriştik, bir refah toplumu olmaya, sanayileşmeye yöneldik. Bu ülkede yaşayanların ideolojik kimlikleri ne olursa olsun, önceliklerinin vatan ve cumhuriyetin kurucu değerleri olması gerektiğini unutmamalarını diliyorum. Hayalleriniz Filistin ve Kudüs olabilir, ama gerçekler Misak-ı Milli’dir. Gerçeklikten kopmanın bedeli yeni Sevr’ler olabilir. O nedenle mevcut milli sınırlar içerisinde laik demokratik ulus devletimizi barış içerisinde geliştirmeli ve refah toplumunu inşa etmeliyiz.