Osmanlı Devleti, Türklerin tarihleri boyunca kurdukları en uzun ömürlü devlet oldu. Bir tarım imparatorluğu olarak kalmasına rağmen Ortaçağın sonlarından itibaren 17. Yüzyıl sonlarına kadar Avrupa içlerine kadar genişleyip ilerleyebildi. Oysa aynı dönemde Avrupa, nüfus, üretim miktarı, sermaye birikimi, teknoloji ve enerji kapasitesi itibarıyla Osmanlı’dan 4-5 kaç daha büyüktü. Önce ticaret toplumuna sonra da sanayi toplumuna geçen Avrupa’nın hızlı yayılması ve dünyanın büyük bir bölümünü sömürgeleştirdiği halde Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından ayrılması birkaç yüzyıl sürdü. Tarım toplumundan çıkamayan Sanayi Devrimi'ni yakalayacak sosyal, ekonomik ve siyasal altyapıya sahip olmayan Osmanlı Devleti’nin nasıl olup da yüzyıllar boyunca Avrupa’ya direnebildiği meselesi üzerinde durulması gereken bir konudur. 

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da hızlı ilerleyişinin nedenleri arasında karşısında merkezi bir devlet yapılanmasının olmayışı ve feodal yapının varlığı etkili olduğu kadar Osmanlı Devleti’nin örgütlenme kapasitesi ve kurumsallaşmış yapısı da etkiliydi. Bu yapıyla beraber modernleşme çabası, dağılma sürecini yavaşlatmış ve imparatorluktan ulus-devlete geçişin altyapısını hazırlamıştı. 

20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu dağılırken imparatorluğu kurtarmak için harcanan çabalar birer birer başarısız oldu. Bunların ilki Osmanlıcılık oldu. Birinci Balkan Savaşının yenilgiyle sonuçlanması, bunun somut bir göstergesi oldu. Aslında aynı tarihlerde Arnavutluk’un ayrılması da İslamcılık düşüncesi için alarm zillerinin çalması demekti. Nitekim İslamcılık düşüncesinin ölüm fermanı için Şerif Hüseyin ve oğullarının ayaklanması somut bir gösterge oldu.  

9 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot antlaşması ile, Osmanlı topraklarının özellikle Arap coğrafyası (Petrol coğrafyası da diyebiliriz) İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Elbette ki aslan payını İngiltere alacaktı. Osmanlı'ya karşı ayaklansın diye Araplar da teşvik edildiler. Söz konusu gizli paylaşma antlaşması, Arapların ağzına da bir parmak bal çalıyordu. Malum dönem “Pan” milliyetçilikler çağıydı ve Araplar da bundan geri kalmak istememişti. Antlaşmaya göre, “Fransa ile İngiltere'nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak”tı. Bu teşvikle, bir ay sonra 10 Haziran 1916 tarihinde Hicaz’da Şerif Hüseyin ve oğulları ayaklandı.

Hicaz yöresindeki ayaklanmanın ardından Şerif Hüseyin’in yarattığı tehdit dolayısıyla, 100 yıl önce Medine’de büyük bölümü 400 yıllık Osmanlı hakimiyeti döneminde toplanan mücevher ve eşyalar İstanbul’a nakledildi. Topkapı Sarayı’na kondu. Günümüzde Kutsal Emanetler olarak sergilenen bu eşyalar, İkinci Dünya Savaşı’nda olası bir Alman saldırısı nedeniyle Anadolu’da taşınmış, camilere konmuş ve başlarına silahlı askerler dikilmişti. Depo yapıldı denilen camilerin bir bölümü de bunları barındırmıştı. Almanların olası saldırılarında camilere zarar vermeyeceği düşünüldüğü gibi, bunların konabileceği daha büyük depo niteliğinde yapılar da o dönemde yoktu. 

Birkaç gün önce Birleşik Arap Emirliklerinin Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed, söz konusu kutsal emanetlerin İstanbul’a taşınması için şunları söylemişti:

"1916 yılında Türk Fahri Paşa’nın Medinetü’l Münevvere halkının hakkına girdiğini ve onların mallarını çaldığını, onları kaçırdığını, Şam’dan İstanbul’a ‘Seferberlik’ ilan ederek, Medine’deki el yazması eserleri çaldığını biliyor muydunuz? İşte Erdoğan’ın dedelerinin Müslüman Araplarla ilişkisi buydu".

Öyle miydi gerçekten?

Bu iddiaya Cumhurbaşkanı Erdoğan şu yanıtı verdi:

“Müslümanların çok ciddi zulüm ve saldırı altında olduğu bir dönemde, zalimlerin safında yer almayı maharet sananların Medine müdafaasını ve onun büyük kahramanı Fahreddin Paşa’yı hedef almaları boşuna değildir. Çünkü Medine müdafaası, İslam’ın ve onun büyük Peygamberinin, Efendimiz Muhammed Mustafa’nın sembollerinin ve adının, şartlar ne olursa olsun nasıl korunması gerektiğini gösteren ibretlik bir hadisedir. 1916 yılında Medine’ye tayin edilen Fahreddin Paşa, 1919’a kadar bu mübarek beldenin korunmasını üstlenmiştir. Medine korumasını yaparken Fahreddin Paşa, ey bize bühtanda bulunan zavallı, senin ceddin neredeydi? İstanbul’dan kalkıp Medine müdafaası için oraya gelen Fahreddin Paşa ne için geldi? O mukaddes toprakları, orayı işgal etmek için gelenlere karşı korumak üzere geldi. Peki senin ecdadın neredeydi? Fahreddin Paşa’nın 2 yıl 7 ay süreyle müdafaa ettiği Medine’de yaptığı işler, son ana kadar sergilediği direniş gerçekten takdire şayandır”. 

Herhalde yakın tarihimizi değerlendirirken ideolojik kimliklerden sıyrılarak, gerçeklik temelinde değerlendirme zamanı çoktan geldi de geçiyor. Nasıl ki Atatürk’ün din adamlarını idam ettiğini, İskilipli Atıf’ın, Şeyh Sait’in haksız yere idam edildiği söyleyenler, Fethullah Gülen’in ihanetinden nasıl şüphe etmiyorlarsa bundan da şüphe etmesinler. 100 yıl önce olan ihanetle, bugün olan ihanet birbirinden farklı değildir. 

Fahrettin Paşa’nın 2 yıl 7 ay boyunca savunduğu kutsal topraklar ve kutsal emanetlere olan bağı o kadar büyüktü ki, çekilen onca sefalete, açlığa ve ihanete rağmen Mondros’un imzasından (30 Ekim 1918) sonra bile buraları savunmaya devam etti. 1919 yılının Ocak ayında İstanbul’dan gelen emirle teslim olmak zorunda kaldı. 

Osmanlı Devleti, bu toprakları ele geçirdiğinde Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren buralardan asker toplamadı, vergi almadı. Bu genel olarak egemenlik anlayışına aykırı da olsa, bölgenin dinsel önemine binaen yapılan bir ayrıcalıktı. Üstelik yüzyıllar boyunca buralara önemli gelirler sağladılar; Anadolu, Rumeli ve mısır gibi yerlerin gelirleriyle vakıflar oluşturdular (Haremeyn vakıfları) ve her yıl bölgeye sure alayları adı altında hediyeler ve para gönderildi. Dört yüz yıl boyunca Mekke, Medine ve Kudüs’e yağdırılan hediye ve paraların büyük bölümü Mekke ve Hz. Muhammed’in türbesineydi. Hediyeler arasında mücevherler ve altınlar büyük bir ağırlık teşkil etmekteydi. İstanbul’a getirilen bu değerli eşyaların çoğu zaten Osmanlı kendi gönderdikleriydi ve diğer kısmi ise Hz. Muhammed’e atfedilen eşyalardı. Bu eşyaları Lozan görüşmeleri sırasında İngilizler, Şerif Hüseyin ve oğulları için istese de bunu Türk heyeti kabul etmedi. 

Din adamı görünümlü insanların hain olabileceğini dün de biliyorduk, bugün de biliyoruz. Dün Şeyh Sait, İskilipli Atıf ve Mustafa Sabri Efendi neyse bugün Fethullah Gülen odur. Dünkü hain bugün kahraman olmaz. Yabancı bir ülkenin çıkarına hizmet eden, kendi ordusunu arkadan vurana, vatanını satana “hain” denir. Aynı durum Araplar için de geçerlidir. Elbette ki genelleme yapmak ve tümünü itham etmek doğru değildir. Osmanlı’dan yana tavır alanlar da olmuştur. Ancak yine de bu gerçeği değiştirmez. 100 yıl önce yaptıklarını görmezden gelip ihanetlerine laf edenlere kızanlara, Kavmi Necip güzellemesi yapanlara “Günaydın!” demek gerekir. Acı gerçek şudur ki, 400 yıllık hakimiyet döneminin etkisiyle Araplar pek Türkleri de Osmanlıları da sevmezler. Bunu görmezden gelip pembe hayallerle İslami bir Osmanlı İmparatorluğu kurma hayalleri kurmak boş ve zararlıdır. Ancak bu, Ortadoğu’ya, komşularımıza sırtımızı dönmek değildir. Ortadoğu ile de, dünya ile de ilişkileri geliştirmenin önemini BM’nin son aldığı karar açık bir şekilde göstermektir. Mesele, mazlumun yanında olmaktır; onun kendi kaderini tayin etmesini desteklemektir. Bu konudaki kararlılık, Misak-ı Milli sınırları ve demokratik ulus devlet realitesinin dışında olmamalıdır.