Parçaları tamamen demirden imal edilen ve yurt dışından getirilen parçaları Haliç kıyısında monte edilen (inşası 1898) Balat’taki Demir Kilise (Sveti Stefan Kilisesi), büyük bir restorasyonun ardından, 7 Ocak 2018 Pazar günü İstanbul Balat’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve Bulgaristan Başbakanı Borisov’un katılımıyla açıldı.  Restorasyon masraflarının büyük bölümünü Türkiye karşıladı. Kilisenin açılışı bir tarihçi olarak bana Hıristiyan mezheplerinin milliyetçilikle ilişkini hatırlattı.

Roma İmparatorluğu'nun çöküşünün ardından yaşanan güç boşluğu, merkezi yönetimin çöküşü ve kaotik ortam, feodaliteyi yükselttiği gibi Katolik Kilisesi'nin de bir güç olarak yükselmesine yol açtı. Feodal beyler, merkezi yönetimin ortadan kalkması ile birlikte kitlelerin güvenliğini sağlayarak onlar üzerinde hakimiyet kurdular. Kilise ise, benzer bir hakimiyeti dinsel alandan başlayarak daha geniş bir alanda kullanmaya, zayıf monarşiler ya da feodal yapılar üzerinde nüfuz sahibi olmaya başladı. Roma'nın çöküşünün ardından yükselen kırsallıktı. Kentler ve ticaret giderek geriledi. Modern Avrupa’nın etnik yapısını oluşturan Barbar istilası bu döneme aittir.    

Kentlerin yeniden canlanmaları için ise Ortaçağ’ın ortalarını beklemek gerekti. Batı Avrupa’da kentlerin yeniden yükselişi Feodalite döneminde, merkezi monarşinin zayıfladığı, çoklu sınıf yapısının belirginleştiği bir ortamda söz konusu oldu. Feodal beylerden, yani aristokrasiden özerkliğini satın alan kentler burjuvazinin öncülüğünde demokrasinin temellerini attılar. Kendi kendilerini yöneten yapılar oluşturdular. Ticaretin ve üretimin geliştiği ve dolayısıyla zenginleşen kentler, feodal yapının yarattığı güç boşluğunu ve merkezi monarşinin zayıflığını değerlendirerek yükseldiler. Dolayısıyla Batı Avrupa kentleri, birer ekonomik ve ticari merkez olarak zenginleştikleri ölçüde siyasal olarak da birer merkeze dönüştüler. Kentlerin ticari birer merkez olarak yükselişi öncelikle geleneksel ticaretin yaygınlaştığı İtalyan kentlerinde gerçekleşti. Ancak 16. Yüzyıldan itibaren Avrupa’nın ekonomik merkezi bu güney kentlerinden, Akdeniz’den kuzeye, Baltık kentlerine yöneldi. Bunda ticaretin yön değiştirmesi önemli bir rol oynadı. Bununla beraber anılması gereken bir başka konu da mezhep yapısıydı. Kuzey kentleri (Hollanda, Alman kentleri…) güneyden farklı olarak ticareti kutsayan ve teşvik eden Protestan mezhebine mensuptular. Nitekim matbaa da bu kentlerde kendini gösterdi. Kültür de bu kentlerde hızla gelişti. Üniversiteler de bu kentlerde kültürel değişimin ve dönüşümün öncüsü oldular.

Batı Roma'nın çöküşü ile başlayan ve Doğu Roma'nın çöküşü ile biten bin yıllık Ortaçağ boyunca, Katolik Kilisesi devasa bir ekonomik ve siyasal güce ulaşmıştı. Kilisenin bu gücü, Ortaçağın sonlarından ve Yeniçağın başlarından itibaren yükselen merkezi monarşileri ve kentli burjuvaziyi rahatsız etmekteydi. Kilisenin sahip olduğu geniş topraklar ve aldığı pek çok vergi, yeni yükselen monarşileri ve burjuvaziyi rahatsız etmekteydi. Neden Vatikan’a vergi versinlerdi ki? Neden ülkelerindeki bu kadar büyük arazileri Vatikan kontrol etsindi ki?  

Modern devlet yapılarının doğmaya başladığı 16. Yüzyıldan itibaren temel sancı dinsel egemenliğin yerini yavaş yavaş ulusal egemenliğin almasıdır. Katolik Kilisesini topraklarından atan ilk ülke İngiltere oldu. Bu tarihlerde üç önemli değişim oldu:

Ulusal burjuvazilerin ve iç piyasayı koruyucu ulusal ekonomilerin yükselişi.

Ulusal Kiliselerin yükselişi, Katolik Kilisesinin Avrupa çapında güç kaybetmesi.

Ulusal dillerin yükselişi, Latincenin gerileyişi.

Yukarıda sözünü ettiğim üçlü değişim, mutlak monarşilerin ulus devletlere dönüşmesinin önünü açtı. 16 Mayıs 1532 tarihinde İngiltere’de VIII. Henry kilisenin Yüce Başkanı olarak tanındı ve Katolik Roma ile yollar ayrıldı. Papalık kapı dışarı edildi. Buna karşı çıkan Sir Thomas More, Lordlar Kamarası başkanlığından çekilmek zorunda kaldı. Vatana ihanetten yargılandı. 6 Temmuz 1535’te idam edildi. Ütopya’nın ünlü yazarı More, İngiliz Kilisesi'nin işlerinde Papalığın değil İngiltere Kralı'nın sözünün geçmesine karşıydı. More, her şeyden önce bir Hıristiyan’dı. O’nun için ana kimlik Hıristiyanlıktı; İngiliz olmak ise tali/yan bir şeydi. Oysa zamanın ruhu bambaşka bir noktadaydı. Ana kimlik ulusal olana doğru akmaktaydı, Hıristiyanlık ise tali/yan kimlik haline gelmekteydi. More’un ıskaladığı buydu. 

Aslında benzer durum Ortodoks mezhebi için de geçerlidir. Doğu Roma’nın merkezi İstanbul’daki Fener Rum (Roma) Patrikhanesi, İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar tüm Ortodoksların kilisesi durumundaydı. Ancak İstanbul’un fethinin ardından Rus Ortodoks Kilisesi kuruldu. İstanbul’dan ayrıldı. Benzer bir ayrılık ise 19. Yüzyılın ortalarında Fener Patrikhanesi’nden Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin çıktı. Bulgar milliyetçiliğinin önemli araçlarından biri olan ve bunun da etkisiyle Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılan Bulgarlar için bağımsızlık yolunda atılan önemli bir adımdı bu. Kiliselerin millileşmesi, milliyetçilik yolunda önemli bir adımdı. İster Protestan, ister Ortodoks olsun milli kiliseler, ulus devletlerin kuruluşunda önemli bir rol oynadılar. 

Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin 19. Yüzyılın ortalarında Fener Patrikhanesi’nden ayrılarak ve kendi dillerinde ibadet etme talepleri, Fransız Devrimi’nin yarattığı milliyetçilik düşüncesinin bir parçasıydı. Bir taraftan bağımsız Bulgar Kilisesi kurulurken ve kendi dilinde ibadet yapmaya yönelirken diğer taraftan Bulgaristan önce özerk (1878) sonra da bağımsız (1908) oldu.  

Balkanlar da dahil olmak üzere Avrupa’da ulusal kimliklerin oluşumunda dinin ciddi bir etkisi olduğu görülmektedir. Burada en önemli kilometre taşı bağımsız ulusal kiliselerin kurulması ve ulusal dillerde ibadettir. Ulusal kimlikler dinsel kimliğin içerisinde eritilmemiştir. Tam aksine ulusal kimlik, payanda olarak işlev görmüştür. Oysa İslam dünyasında durum hiç de öyle değildir. Müslüman toplumlar için iki kısmi istisnadan söz edilebilir: Biri Türkiye, diğeri İran… 

Türkiye, tarihisel geçmişiyle ve imparatorluk kültürüyle bin yıllık bir zaman diliminde Anadolu İslamı dediğimiz bir tarzı yarattı. Nitekim bunun neticesindedir ki; Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli gibi isimler ortaya çıktı. Sonraki yüzyıllarda milli kimlik giderek erozyona uğradı. Dinsel kimlik içerisinde erime eğilimi içerisine girdi. Buradan çıkış 'İkinci Meşrutiyet'le başlamakla birlikte, esas değişim ve devrimci dönüşüm 'Cumhuriyet'le gerçekleşti. Ulusal bir ekonomi/sanayi kurma çabası, ulusal dili Arapça ve Farsça etkisinden kurtarma ve dini bireysel alana yerleştirerek ve Arap kültürünün etkisinden kurtularak laik bir ulusal kimlik inşa etmek Atatürk’e aitti. Türk kimliğini dinsel kimlik altında eritmeye yönelik yüzyılların getirdiği tahribatı ortadan kaldırmak, Cumhuriyet'in kurucularının temel politikalarından biriydi. Dinsel kimliğiniz ulusal kimliğinizi ortadan kaldırmamalı, sadece ulusal kimliğinin tali/yan bir parçası, tamamlayıcısı olmalıdır. Benim açımdan Demir Kilise’nin açılışının hatırlattıkları bunlardır.