-Anne 

-Efendim oğlum

-Annelik zor iş değil mi?

-Evet oğlum

-Ama senin için kolay anne

-Neden oğlum?

-Çünkü hiçbir şey yapmıyorsun...

Al işte... Nasıl yapmıyorum? Yedirmiyor muyum, içirmiyor muyum, soğukta mı bırakıyorum, istediklerini mi almıyorum? Neyi yapmıyorum? Yedi yaşındaki Çağdaş’ın annesine eleştirisi. Yıllarca aklımın bir köşesinde takılı kalmış nedense...

Sanki nedenini bugün buluyorum ben. Cumartesi sabahı, bu sene heves edip kayıt yaptırdığım Tarih Bölümü'nün sınavlarına gidiyorum. Hava soğuk ancak içim sıcak. Sınavdan çıkınca da markete uğruyorum. İçeride dolaşırken bir şey dikkatimi çekiyor nedense, belki de bana aynı yaşlardaki oğlumu hatırlattığı içindir. 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu nedenini bilmediğim bir şeyden dolayı sızlanıyor, dahası surat yapıyor annesine. Aslında baba da orada ama konuşmalar anneyle oğul arasında geçiyor. 

Çocuk,

-'Neden?' Diyor

Anne,

-Oğlum babanın sözünü dinle, diyor

Çocuk,

-Ama, diyecek oluyor,

Anne,

-Sus, duyacak baban sus… diyor.

Keyfim kaçtı, uzaklaştım oradan. Ben de kurdum mu bu cümleyi diye zihnimi yokladım, evet ben de kurdum maalesef. Bu yakıcı cümle aklımda büyüdü, büyüdü… Oğullarımıza daha küçük yaşta güç karşısında susmayı, itaat etmeyi öğretiyoruz. Bunu öğretirken bir zaman sonra sıranın onlara da geleceğini, onlarında güce sahip olacağını ve bu gücü istediği gibi kullanacağını alt mesaj olarak sıkıştırıyoruz bir yerlere.

Sonra büyüyor bu çocuklar, büyüyor eş oluyor, sevgili oluyor, baba oluyor…

Dinlemeyi bilmiyor ama, eşini, sevgilisini, evladını, dinlememiş ki kimse onu, oda öğrenememiş dinlemeyi.

Dinlerse güçsüz olacağını zannediyor, dinlerse kaybedeceğini zannediyor. Ta geçmişten bugüne destanlarla besledik onları, güçlü yenilmez kahramanlar olmalarını öğütledik daima. Onlara dedik ki; güçlü ol, hep yen, hep kazan, durma sakın. 

Öğretemedik oğullarımıza dinlemenin tüm kapıları açtığını, dertlerimize deva olduğunu, hem bizi hem karşımızdakini değerli kıldığını, öğretemedik. Bu sebepledir ki bizim oğullarımız her şeyin üzerini örterek, yok sayarak sorunları çözmeyi yol edindiler. Doğrusunun bu olduğunu zannederek büyüdüler ve biz anneler de yol verdik bu yanılgıya, hatta destekledik ve besledik. Ama sonra da şikâyet ettik, bizi anlamıyorlar diye, sızlandık. Hatta bazen anne olduğumuzu unutup, annelerine sitem ettik. 

Peki, kim yetiştirdi bu çocukları? Uzaylılar mı? Yok, maalesef biz yetiştirdik. Daha çok da anneler. Bizler yani. Kabul etmek gerek bunu. Biz anneler kendi gücümüzün farkına varmadan hep bekledik bazı şeylerin düzelmesini…

Akademisyen Mustafa SARI, Van Gölü’ndeki inci kefallerinin yanlış ve yasak avlanmasını önlemek için verdiği mücadelede çok uzun ve meşakkatli bir yol kat ediyor ancak nihai sonuca bir türlü varamıyor. Sosyologlardan ve Halk Bilimcilerden yardım alıyor en son ve şunu fark ediyor; eşlerine ulaştığı balıkçıların yasak avlanmayı bıraktıklarını görüyor. Evet doğru duydunuz, o her türlü değişime direnen, asla bildiğinden şaşmayan insanları sadece eşleri vazgeçirebiliyor yasak avlanmadan. 

İnci kefallerini kurtarmak için anneler üzerinden yürüyor ve başarıyor Mustafa SARI, ne güzel.

İnci kefallerini seviyorum ve ekosistemdeki varlıklarını önemsiyorum. Ancak bizim inci kefallerimiz ya…

Onları koruyup kollamak, doğru mesajlar vermek ve geleceğe en iyi şekilde hazırlamak bizim yani annelerin görevi değil mi? 

Benim iki tane inci kefalim var. Her ne kadar zamanı geriye döndürme şansım olmasa da onlara bugünden itibaren başka bakmaya ve başka söyleme karar verdim.

Evet annelik zor iş ancak, Çağdaş’ın dediği gibi, bizim için kolay olmasın lütfen…