Evlilik dışı bir bebek olarak dünyaya gelir. Babası zaten başkasıyla evlidir ve onu baştan beri kabullenmez. Üstelik annesi de Katerina’yı doğururken ölür. O zamanlar adı Martha’dır. Martha dedesi tarafından babasının kapısının önüne bırakılır. Onun yaşaması adeta bir mucizedir. Anne şefkatinden yoksun, onu hiç istemeyen yoksul ve çaresiz bir baba ile üvey annenin elinde itilip kakılarak büyür.

On beş yaşına geldiği yıl kendi yaşıtlarından bir arkadaşla dere kenarına çamaşır yıkamaya giderler. Zaten yıllardır ev halkının çamaşırlarını küçücük elleriyle Martha yıkamaktadır. O gün hava çok güzeldir ve iki kız, çamaşırlar bittikten sonra soyunup kendilerini nehrin serin sularına atarlar. O sırada yoldan geçmekte olan adamlar kızları görür ve hemen o gün küçük kulübenin kapısı çalınır ve onları gören adamlardan biri üvey annenin eline biraz para sıkıştırarak Martha’yı atının terkisine atar ve evine götürür.

Aslında üvey anne tıpkı masallarda olduğu gibi adama kendi kızını vermeyi önerse de adam ısrarla çırılçıplak gördüğü Martha’yı istemiştir.

Gittiği evde ilk defa kendisine ait bir odası ve gösterişli kıyafetleri olur Martha’nın. Evdeki kahya kadın ve diğer hizmetçilerle iyi geçinip geceleri de kapısını kilitleyerek kendini korumaya çalışsa da efendisi bir gece çıkagelir.

Martha o gece kırılan kapısının sesiyle uyanır. Bundan çok korkar ve karşı koymak ister; ama adam sarhoştur ve bu karşı koymalara tokat atarak karşılık verir. Martha için çok kötü bir gecedir. Ağzı içki kokan yaşlı, çirkin ve saldırgan bu adamın şehvetli yaklaşımlarından hiç hoşlanmaz; ama yapabileceği bir şey yoktur. Teslim olur. Biraz sonra o hıçkırıklara boğulurken odada adamın horultuları yükselmektedir. 

Bir kaç ay sonra soğuklar azalır ve şehir güneş ışıklarıyla dolar. Bu ışıklar, donmuş nehirlerin buzlarını eritir ve nehirde bulunan ölü kadın bedenlerini kimse önemsemez,  nehirde bulunan cansız bedenlere alışmıştır. Kahya kadın, eve yeni gelen bu hırçın kızın gizlice kulağını çeker, bunlardan biri olmak istemiyorsan efendini memnun etmeye çalış der ona.

Martha çok korkar. Henüz on beş yaşındadır ve her gece yaşamak zorunda kaldığı hoyratça kullanılmadan son derece rahatsızdır. Bir yandan da adama karşı koyanların ölümle cezalandırıldıklarını görmek korkularını bir kat daha arttırır. Artık ne gösterişli elbiselerin, ne de önüne konan yemeklerin onun için bir anlamı kalmıştır.Mutlaka bir çare bulmalı ve bu adamın her gece tekrarlanan şehvet nöbetlerinden bir an önce kurtulmalıdır.

Ve bir gece kendisine yapılanlara daha fazla dayanamaz ve yatağının altına gizlediği demir çubuğu kaptığı gibi adamın kafasına var gücüyle indirir. Adamın parçalanan kafasından sızan kana aldırmadan bir süre giderek soğuyan ölü bedenle yatar. Biraz sonra aklı başına gelir ve ne yaptığını anlar. Korkuyla fırlar yataktan, doğru kahya kadının odasına gider. Yaptıklarını anlatır kadına. Kadın önce dehşete kapılır, korkar ama aslında adamdan kurtulduklarına o da memnun olmuştur ve zavallı küçük kızın kırbaçlanarak öldürülmesine gönlü razı olmaz. Hava aydınlanmak üzeredir. Bir çare düşünür. Önce kızı baştan aşağı giydirir, sonra da eline bir miktar para verip birazdan kalkacak posta katarının yerini tarif ederek apar topar evden çıkarır. Hemen ardından efendilerinin öldüğü odaya girip ortalığı iyice dağıtır; olaya hırsızlık süsü verir.

Bu arada Martha posta arabasına biner ve İsveç sınırında, kahya kadının tarif ettiği kasabada iner. Fakat arabacı kızın gözlerindeki çaresizliği fark etmiştir. Kıza buraya neye geldiği sorar. Zavallı Martha da çamaşırcı olduğunu, burada kimseyi tanımadığını ama iş bulması gerektiğini söyler. Arabacı onu kolundan tuttuğu gibi eve götürür ve bir geneleve satar.

Martha o zamanlar genç, çok güzel ama sahipsiz, ortada kalmış kimsesiz bir kızdır. Gideceği, sığınacağı kimse yoktur; ama mücadele etmekten de vazgeçmez ve genelevden de üç beş ay sonra kaçarak bir kiliseye sığınır. Papaz merhametli bir adamdır ve onu eve götürüp karısına teslim eder. Artık papazın evinde hizmetçilik yapacaktır. Orada da talihsizlik peşini bırakmaz çünkü papazın genç bir oğlu vardır. Bu güzel kızla yakınlaşmak ister ve papazın karısı bu durumu fark edince Martha’yı apar topar bir askerle evlendirir. Kocasıyla birlikte kışlada bir barakada yaşamaya başlar ancak savaş borusu çalmış ve Rus askerleri şehrin kapısına dayanmıştır. Yenilgi kaçınılmazdır. Şehir Ruslar tarafından talan edilir ve Martha’nın kocası esir düşer. Böylece Martha bir kez daha yapayalnız ortada kalır.

Bu sefer de kalabalık bir asker gurubunun eline düşer. Direndikçe dayak yiyen genç kadın yarı baygın bir halde elden ele dolaştırılır. Bu sırada imdadına bir Rus general yetişir. Her nasılsa vicdanının sesine kulak veren general, onu askerlerin elinden kurtarır ve çadırına götürür, tedavi edilmesini sağlar. Martha iyileştikçe onun ne kadar güzel olduğunu general de fark eder. Ancak generali ziyarete gelen Çar’ın en yakınlarından olan bir başka general, böyle nadide bir güzelliği Çar’a götürmek ister. Böylece Martha’yı Çariçe Katerina olmaya götüren yol açılmış olur.

Bundan sonrasında güzel günler başlar. Çar I. Petro ona çok ilgi gösterir ve sonunda onun sevgilisi olur. Ardından Ortodoks dinine geçer ve bir süre sonra da Çar’la evlenerek çariçe unvanını alır. Rusya için büyük işler yapar. Ünlü St. Petersburg şehri de onun memleketine bıraktığı armağanlardan sadece biridir.

O zamanlar tahtta kalmak kolay değildir. Çarın oğlu bile taht için büyük tehlike arz etmektedir. Bu yüzden I.Petro hayatta kalan tek oğlunu da öldürtür. Bir süre sonra Çar da ölünce Katerina, Çariçe olarak uzun süre ülkeyi tek başına yönetir.

Katerina’nın Prut Savaşı sırasında barışı sağlamak için bizzat Osmanlı Sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa ile görüşmelere katıldığı, dahası aralarında bir ilişkinin olduğu, bunun da yatakta bittiği gibi bir efsane üretilmiştir. Baltacı Mehmet Paşa 1662’de Çorumun Osmancık kasabasında doğmuş ve daha sonra sarayda baltacı olarak işe başlayıp sadrazamlığa kadar yükselmiş, pek çok savaş kazanmış yetenekli bir paşadır. Paşanın Osmanlılara özgü tipik yükselişi, yine ayni tipik inişle noktalanır.  Onun sonunu da hazırlayan, Ruslarla yaptığı barış antlaşmasının imzalama sürecine bakıldığında, adeta basiretinin bağlandığı görülür. Rusları dize getirmiş ama bunu bir türlü sonuçlandıramamış, kuşatma altındaki Rus askerlerini teslim almayı becerememiştir. Oysa sadece kuşatmayı devam ettirerek aç kalan Rus askerlerini teslim alabilirmiş. Üstelik sıra barış imzalamaya geldiğinde işi çok gevşek tutmuş. Çar’ın ordusunun silahlarını bile almamış ve bu durum tarihimize kara bir leke olarak düşmüştür.

1711’de Prut Savaşından hemen sonra sadrazamlıktan azledilip Limni Adası’na sürülür. 1712’de, henüz elli yaşındayken orada ölür.

Ruslara yeniden hayat veren bu gerçek hayat hikayesinin günümüzde bizlere çok şeyler anlatması gerektiğini düşünüyorum.

Işık ve sevgiyle kalın!