1517'de Antiller’deki altın madenlerinin cehennem gibi derinliklerinde eriyip giden yerlilere çok acıyan İspanyol misyoner, İspanya kralına oraya zencilerin getirilmesi için bir tasarı sunmuştu; Antiller’deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında zenciler çürüyüp gitsin diye.
Buna borçluyuz herhalde blues müziğini, Abraham Lincon’un efsanevi boyutlarını, tangonun atası habanerayı.
Dahası hain kurtarıcı o dehşetli utanılası yaşamını…
19.y.y. suların atası, dünyanın en büyük nehri Missisipi.
Nehir boyundaki pamuk tarlaları gündoğumundun günbatımına kadar zenciler tarafından işlenirdi. Bu zenciler tahta barakalarda yatar, adları vardı ama soyadları yoktu ve okuma yazma bilmezlerdi.
Gözlemcinin kamçısı altında iki büklüm dizilip çalışırlardı. Kaçmaya kalkıştıklarında sakallı adamlar atlarına atlayıp, azgın köpeklerle zencilerin izlerini sürer bulurlardı.
Bu toprakların ve zencilerin sahipleri tembel, açgözlü beylerdi. Kocaman kapılarla girilen konaklarda yaşarlardı. 
İyi bir köle çok paraydı ve ağır çalışma koşullarına fazla dayanmazdı. Bu yüzden toprak sahipleri en çok kazancı sağlamak için köleleri günün ilk ışığından akşamın karanlığına kadar çalıştırırlardı. Pamuk, tütün, şekerkamışı ekilirdi toprağa açgözlülükle.
Lazarus Morell...
Sefalet içinde geçen çocukluğuna ve şerefsizce sürdürdüğü yaşamına rağmen, hep güneyli bir beyefendi olarak kaldı. Morell’in emrinde bin kadar adam vardı. Bu adamların bir kısmının şeytani görevleri vardı. Güney çiftliklerini boydan boya dolaşır, gariban bir zenci bulup ona özgürlük vaat ederlerdi. 
Yöntem ise şöyleydi: Zenci firar eder ve yeniden satılmayı göze alırsa, satıştan bir miktar pay alacağını söylerlerdi. Sonra zencinin ikinci kez kaçmasına yardımcı olacaklarına ve bu kez onu zencilerin özgür olduğu bir eyalete yollayacaklarına söz verirlerdi. 
Özgürlük aşkıyla yanan zenciye cesaret gelirdi. Kaçmasına yardım edip zenciye özgürlüğünü vereceklerdi ama bir şartla… Kaçıp geldikten sonra onu bir kez de kendileri için satacaklardı. Hem kendilerinin masrafı çıksın hem de kaçağın cebine para girsin diye.
Köle kabul eder bunu, peşine düşen avcı köpeklerden kaçarak, bataklıklarda sığınır, Missipi’nin aşağı tarafındaki Morell’in karargâhına kan revan içinde ama sağ salim ulaşırsa ne ala…
Plan işler, kaçak Morell tarafından satılır, satıldığı yerden fırsatını bulup tekrar kaçar bu defa özgür olacağını zannederek.
Masraflar bahane edilerek tekrar satılır, sonra yine kaçar Morell’e sığınır ama artık oyun bitmiştir. 
Morell’in adamları kendi aralarında işaretle bir emir verirler ve esir görmekten, hissetmekten, köpek sürülerinden, umuttan, dünyadan ve alçaklıktan, bir kurşun, bir bıçak darbesiyle kurtulurdu. Karnı yarılayarak Missisipi’ye atılır ki kalan delilleri balıklar ve diğer canlılar yok etsin diye.
Jorges Luis Borges, ‘Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde, kendi tarzıyla ne de güzel anlatmış alçaklığı ve tarihçesini. Hikâyenin etkileyici yanıysa yaşanmış olandan gelmesi. 
İnsanın içinde yer alan alçaklığı yazmak istedim, baktım Borges yazmış zaten. Bana da sizinle paylaşmak düştü böylelikle. Her gün gördüğümüz ya da göremediğimiz türlü alçaklıklarla karşılarız. Hatta çoğu zaman ne olduğunu anlamaz bir de minnet duyarız, hayatımızdaki Morelllere…
Bize sözü de özü de açık  olan insanlar lazım. Yoksa dost görünüp düşmanlık etmek, sever görünüp zarar vermek kısacası sağ gösterip sol vurmak… Ne bileyim, olmuyor sanki yakışmıyor.
Yaşadığımız bugün de bu dünyada bu zamanda, zannediyorum, herkes alçaktır biraz…