Türklerin tarihleri boyunca kurdukları en büyük ve en uzun ömürlü imparatorluk olan Osmanlı, bir tarım imparatorluğu olarak Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ömrünü tamamlamış durumdaydı. Sanayileşen ve teknolojik üstünlüğü ele geçiren Batı karşısında direnecek durumda değildi. Nitekim bu durum dünyanın önemli bir bölümü için de geçerliydi; Batı dünyası, 1492-1914 yılları arasında dünyanın % 80’den fazlasını kontrol eder duruma gelmişti. Buna en uzun süre direnenlerden biri Osmanlı olsa da, Mondros Ateşkes Antlaşması tam anlamıyla bir teslimiyet anlaşması idi ve Sevr’in habercisi durumundaydı.  

19. yüzyılın başlarından itibaren “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusuna yanıt arayan Osmanlı devlet adamları ve aydınları, Mondros günlerinde aynı soruya bir kez daha yanıt aradılar. 

İkinci Meşrutiyet Türkiye’de çoğulculuğun önünü açsa da, sonu gelmez parti kavgalarının da önünü açtı. Kabaca söyleyecek olursak Alman yanlısı İttihat ve Terakki Fırkası ile İngiliz yanlısı Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasındaki kanlı iktidar kavgası, 10 yılı aşkın bir süre boyunca devam etti ve Kurtuluş Savaşı’nı da olumsuz yönde etkiledi. 

Genel olarak halk savaş yorgunu idi. Yenilginin sorumlusu olarak İttihatçıları görmekteydi ve savaş bıkkınlığı nedeniyle subay üniforması görmek istememekteydi. Bu ortamda Hürriyet ve İtilafçılar, kurtuluşu İngilizlerin himayesinde görmekteydiler. Tarihsel İngiliz-Osmanlı dostluğunu dillerine dolamışlardı ama bunun gerçeklikle bir ilgisi yoktu. Çünkü 1878 sonrasında İngiltere, Osmanlı’nın yaşayamayacağına kanaat getirmiş ve ondan desteğini çekmişti. Kıbrıs ve Mısır gibi büyük toprak parçalarını Osmanlı’dan koparmıştı. 

13 Kasım 1918’de İstanbul önlerine gelen İtilaf devletleri donanması pek çok aydının moralini bozmuş, Amerikan mandaterliği fikrine yönelmesine yol açmıştı. Tek başımıza Düveli Muazzama (büyük devletler) ile nasıl başa çıkabilirdik ki? Aynı tarihte İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, ümidini yitirmeyen az kişiden biriydi. O, İstanbul’da Mondros’un işgalleri kolaylaştırıcı hükümlerini (ordunun dağıtılması, silahlara el konulması, İtilaf devletlerinin kendi güvenliklerini sağlamak bahanesiyle istedikleri yerleri işgal edebilmesi…) uygulamaya koymalarını önlemek için hükümette yer alma projesinin gerçekleşmeyeceğini görünce çözümü Anadolu’ya geçmekte buldu. 

Anadolu halkı ise işgaller karşısında yer yer direnişe geçmiş, kendi başının çaresine bakmaya yönelmişti. Bu, 1200’lerde Moğol istilası sonrasında Anadolu Selçuklu Devleti’nin otoritesinin ortadan kalkması ile ortaya çıkan beylikler dönemine benzemekteydi. Ülkenin pek çok yerinde Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesi ve Kuvayı Milliye direnişi baş göstermiş; bunları desteklemek amacıyla kongreler toplanmaya başlamıştı. Örgütlenme çabası içerisinde İttihatçılar önemli bir yer teşkil ediyordu. Bununla birlikte yerel bazda eşraf, asker-sivil bürokrasi etkin bir rol üstlenmekteydi. Silahlı insan gücünü ise özellikle köylüler oluşturmaktaydı. Hürriyet ve İtilafçılar ise direnişi önlemek, İtilaf devletlerinin gözüne girerek kurtuluşu sağlamak hayalindeydi. Oysa gizli paylaşma antlaşmaları ile Osmanlı toprakları parça parça edilmiş; Mondros olası bir direnişi önlemek için imzalatılmış ve Sevr’in önü açılmıştı. 

Toplanan kongreler, Reddi İlhak ve Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri, Kuvayı Milliye direnişi, ülkenin pek çok yerinde yerel inisiyatiflerle yakılan çoban ateşleri “devlet projesi”nin değil, devlet otoritesinin olmayışının açık bir göstergesiydi. Ortada bir devlet yoktu ve halk kendi başının çaresine bakıyor; geçici, bölgesel direniş odakları, “devletçikleri” kuruyordu. 

İşte Mustafa Kemal Paşa, bu direniş odaklarını bastırsın, Mondros’un 7. Maddesine göre yeni işgallerin önü açılmasın diye Anadolu’ya gönderildi. Ancak O, bir grup Osmanlı generalini örgütleyerek yerel direniş hareketlerini birleştirme ve ülkenin bağımsızlığı için savaşma yolunu seçti. Bunu devlet projesi olarak değil, boynunda devletin idam fermanı ve devletin şeyhülislamının öldürülmelerine ilişkin fetvasına rağmen yaptı. 

Kurtuluş Savaşı yıllarının propaganda kartpostallarında Vahdettin 600 yıllık Osmanlı tarihine ihanet eden biri olarak resmedilir. Örneğin bunlardan birinde Fatih Sultan Mehmet, Sevr’i imzalayan Vahdettin’in sarayına duvarı yıkarak girer, eli kılıcındadır. Bir diğerinde Fatih, Sevr’i imzalayanları türbesinden üzülerek izler. Bir başkasında Yunan subayı, Venizelos’un oğlu Sofokles’in Osman Gazi’nin türbesindeki saygısız davranışları resmedilir. Yine bir başkasında da Bursa’nın kurtuluşundan sonra bir Türk askeri türbesinden doğrulmuş Osman Gazi’nin elini öper. Özetle Kurtuluş Savaşı’nı yürütenlerin Osmanlı ile sorunu yoktu. Tarihine ve vatanına ihanet edenlerle sorunu vardı. Vahdettin’i kendisinden önceki Osmanlı padişahlarından ayıracak bilinç düzeyinde idiler. Bugün Kurtuluş Savaşı’nın 100. Yılında Vahdettin’i aklama, Mustafa Kemal Paşa’yı sıradanlaştırma projesinin bir değeri yoktur. 100 yıl önceki bilince bugün sahip olmayanları üzülerek izliyoruz. Vahdettin keşke Fatih İstanbul’u fethederken direnen Konstantin kadar olabilseydi… Kimsenin diyecek bir şeyi olmazdı emin olun…  

Türk Kurtuluş Savaşı’nda farklı güç odaklarının birleştirilmesi hiç de kolay olmadı. Bunları tek bir ulusal hedef etrafında toplamak Sivas Kongresi’nde kısmen sağlansa da, gerçek birliğin sağlanması BMM’nin açılması ile mümkün olabildi. Ancak içeride iç isyanlar ve İstanbul Hükümeti’nin direnişi önleme ve düşmanla işbirliği sürmekteydi. Diğer taraftan İttihatçı kadroların bir bölümü ilk fırsatta Enver Paşa’yı sahaya sürme peşindeydiler. Sovyetler Birliği, Anadolu’daki direnişi Bolşevikleştirme fırsatı kolluyordu. Doğuda Ermeniler, Güneydoğuda Fransızlar ve Batı Anadolu’da Yunanlar ile savaş sürmekteydi. Bu kanlı ve çok yönlü çatışmaya rağmen Mustafa Kemal Paşa, demokratik bir meclis ile Kurtuluş Savaşı’nı yürütebildi. Bu bir devlet projesi değildi, ortada hayaleti kalmış bir devlete ve onun işbirliği yaptığı düşmanlara meydan okuyarak başarıldı. 

Milli Mücadele’yi yürüten lider kadroyu, A takımını 7 kişinin oluşturduğunu söyleyebiliriz: Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Rauf Bey… Bu kadro kendi içerisinde 1924-26 döneminde çatışsa da, sonrasında barışmayı bildiler. Atatürk’ün muhalifleriyle barışma politikasını İnönü de sürdürdü. Hatta bu kadro Kurtuluş Savaşı’na ihanet edenleri bile affetti (1938). Ancak onlar da hatalarını kabul ettiler (Refik Halit Karay, Rıza Tevfik gibi). 

Vahdettin’in ihaneti Osmanlı’yı küçültmez. Çünkü Vahdettin Osmanlı’ya da, atalarına da ihanet etti. Vahdettin, Damat Ferit ve Hürriyet ve İtilafçıların ihanetinden çıkarılacak çok ders var. Bu derslerden bir tanesi onları hoş görmek değil, unutmamaktır. İlave olarak siyasal cepheleşmelerin ülkeye ödettiği bedeli unutmamak gerekir.