1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nüfusu 17,5 milyondan 12 milyona düştü. % 30’a yakın bir nüfus kaybı meydana geldi. Bunun % 20’sinin ölümlerden % 10’nun zorunlu yer değiştirmelerden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Ölüm yoluyla kayıplar Türk/Müslüman nüfusta 2,5 milyon, Ermeni nüfusta 580 bin ve Rum nüfusta 310 bin olarak tahmin edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelere nazaran oldukça yüksek rakamlar söz konusudur. Bunda cephedeki savaşların yanı sıra cephe gerisindeki etnik çatışmalar, salgın hastalıklar, kötü beslenme gibi faktörler de etkilidir. Anadolu’daki etnik grupların egemenlik sağlama çabası, emperyalist güçlerin yürüttüğü dünya savaşı ortamında daha kanlı bir hal almıştı.
 
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında devlet ve toplum savaş yorgunuydu. Yüz binlerce çocuğunu uzun savaş yıllarında harcamıştı. 1912-1922’ye, Birinci Balkan Savaşı’ndan Milli Mücadele’nin sonuna geçen süreçte insan kaybı çok yüksekti. Birinci Dünya Savaşı’nda toplam 375.000 şehit verilmişti. Bunun yaklaşık 57 bini Çanakkale’de, 60 bini Sarıkamış’ta idi. Tüm savaş boyunca 202.000 asker de esir düştü. İlave olarak Mondros Ateşkes Antlaşması’na kadar 400.000 yaralı, 240.000 hastalık sebebiyle ölüm, 35.000 alınan yaralar sonucu ölüm, 1.560.000 hasta, firar, kayıp vs sebeplerle yaklaşık 2.750.000 askerin savaş dışı kaldığı hesaplanmaktadır. Savaş sonunda halk savaştan bıkmıştı. Nitekim bu bağlamda asker kaçağı sayısı 300 bine ulaşmıştı.
 
Başta İnönü olmak üzere ülkenin yönetici kadrosu Birinci Dünya Savaşı’nın genç kurmay subayları ya da bürokratlarıydı. Bu savaşın yarattığı tahribatı gözleriyle görmüşlerdi. O nedenle de İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmak için ellerlinden geleni yaptılar. İttihatçı kadroların tecrübesizliğinin ve aceleciliğinin nelere yol açtığını gördükleri için aynı hataya düşmediler. Savaşın dışında kalmak için bir “denge oyunu” oynadılar. Bu diplomatik başarının her şeyden önce İnönü’ye ve dönemin Dışişleri yetkililerine ait olduğunu teslim etmek gerekir. Elbette burada Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi Milli Mücadele’nin yürütücüsü ve Cumhuriyetin kurucusu isimlerin hiçbiri savaşa girmekten yana değildi. Almanya’nın yanında girmenin hiç değillerdi.
 
Önce Avrupa’yı ardından da tüm dünyayı 1939-1945 yılları arasında kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı Türkiye’yi de olumsuz yönde etkiledi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'nin nüfusu 19 milyondu. Asker sayısı da 1937'de 150.000 civarındaydı. Savaş yıllarında bu oran yaklaşık on kat arttı; yani asker sayısı yaklaşık bir buçuk milyona ulaştı. Genç ve orta yaşlı erkek nüfusun büyük bölümü askere alındı. Bu, üretimi düşürdü, tüketimi arttırdı. Almanya ile savaş kapıdaydı. Bir başka tehlike ise, Sovyet tehdidiydi. Türkiye bir denge oyunu oynayarak savaşın dışında kalmaya çalışıyordu. Üretimin düşmesi, fiyat artışını ve karaborsayı doğurdu. İthalat da savaş nedeniyle neredeyse yok derecedeydi. Ülke ekonomisini düzenlemek için üç önemli yasal düzenleme yapıldı: Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi. Pek çok tüketim maddesi karneye bağlandı. Hükümetin temel derdi artan bütçe açığını kapatmak, asker sayısı 150.000'den bir buçuk milyona tırmanan Ordu'nun ihtiyaçlarını karşılamak ve ekonomiyi kontrol altında tutmaktır.
 
1923 sonrasında Türkiye’nin temel derdi uzun savaş yıllarının yaralarını sarmak, geleneksel toplumun kurumlarını ortadan kaldırarak modern bir toplum ve ulus-devlet yaratmak, topyekun bir kalkınma hareketiydi. Bu da barış ortamında mümkün olabilirdi. Nitekim Türkiye, Lozan ile birlikte tarihinin en uzun barış dönemine girdi. Bu, bugün için de geçerlidir. İki dünya savaşı arasındaki dönemde –ki totaliter rejimlerin yükseldiği, Stalin, Hitler ve Mussolini gibi liderlerin iktidarda olduğu dönemdir- tüm olumsuzluklara rağmen sorunlarını barışçı yollardan çözmeye gayret eden ve izlediği aktif politikayla bunu başarabilen bir Türkiye söz konusudur. Nitekim Boğazlar ve Hatay sorununun Türkiye’nin lehine çözülmesi bunun somut birer örneğidir.
 
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na girmemek üzere stratejisini belirlemişti. İki taraf ile de diyalog halinde kalarak aktif bir politika izledi ve savaşın dışında kalmaya gayret etti. Kalkınmak ve yaraları sarmak
 
için savaş dışı kalması bir zorunluluktu ve üstelik askeri açıdan donanım itibarıyla zayıf durumdaydı. Savaşın iki tarafı da Türkiye’yi yanına çekmek istedi. Savaşa girmesi karşılığında bir takım vaatlerde bulundu. 1939-45 arasındaki dönemde her iki taraf da bu vaatleri tekrarladı. Vaatler arasında 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesi de vardı. Bunlar vaat olmaktan öteye geçmediği gibi –yani somutlaşmadığı gibi- Türkiye’nin savaşa girmesini amaçlayan adımlardı. Bu teklifte ilk bulunan isim von Papen’di: Almanya’nın Ankara Büyükelçisi…
 
12 Adalar teklifi, Birinci Dünya Savaşı’na girerken Almanların gazıyla hareket etmeye, Turan hayalleri kurmaya ve Yavuz-Midilli gemilerinin Osmanlı’ya hediye edilmesine benzemektedir. Sonuç hüsran ve felaket olmuştur. Hayaller Turan, gerçekler Mondros-Sevr olmuştur. Aynı dolduruşa İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yöneticileri gelmediler. Çünkü yakın tarihin bizzat canlı tanığı idiler.
 
Tüm Avrupa’yı işgal ederek –Balkanlar dahil- Türkiye sınırına dayanan Almanya’nın 1941 yılındaki hedefi ya Türkiye ya da Sovyetler Birliği olacaktı. % 50 olasılık… Balkanlar üzerinden Alman işgaline uğrasaydık, Kafkaslar üzerinden bizi Sovyetler kurtarmaya gelecekti. İki ateş arasında kalmak, Türkiye’nin en büyük kabusu idi. Bu kabus, gerçeğe dönüşebilirdi. Nitekim 1945-1990 yılları arasında Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın önemli bir bölümü Sovyetler tarafından kurtarılmış ama Sovyetleştirilmiş olarak kaldığını unutmamak gerekir.
 
Türkiye için başarı İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmaktır. 12 Adalar’ı almanın imkanı ve gerçekliği o dönemde yoktu. İnönü oltaya takılan yeme (12 Adalar) gelmeyerek doğru olanı yapmıştır. Savaş meydanlarından ve Lozan başarısından gelen İnönü, Kıbrıs meselesinde zamanı geldiğinde son derece kararlı bir tutum sergileyebilmiştir. Nitekim onun mirasını devam ettiren Bülent Ecevit olmuş ve Kıbrıs Barış Harekatı’nın altına imza atabilmiştir.