Yaşamın bizim için ne hazırladığını hayal bile edemediğimiz halde bunu düşünerek üzülür, acı çeker ve devamını kendimizin ayarladığı bir süre 'Üzgün Ben' oluruz. Ayarlanan sürenin bitiminde bunları geride bırakabilirsek, başarmış sayılırız.
Gün olur sesimizdeki yaşlara gözyaşlarımız eşlik eder. Her zaman kullandığımız gönül gözümüzü karartır onu sesimizle sarmak istemeyiz. O an üzgün ve bitkinizdir. Tüm dünyayı omuzlarımızda taşıyor gibi hissederiz kendimizi. Mutsuz ve üzgün olduğumuzda hızlanan geçip giden, mutlu ve sevinçli olduğumuzda yavaşlayan bir zaman akışının söz konusu olmadığının farkında bile değilizdir.
Üzgün olduğumuzda; yaşamın bir etki-tepki alanı olduğunu, nefes aldığımız sürece bir takım tepkilere maruz kalabileceğimizi düşünmek bile  istemeyiz. Kendi kendini aydınlatan bir insan olmayı bırakıp kendini korkutan biri oluruz.
Bizi üzgün kılan şeyleri iyileştirmeyi başaramayınca bu kez bilinmeyen yeni yaralarla karşılaşabilir insan. Öyle yaralar vardır ki,
onlardan sızanlarla geleceğimizin yıkanabileceğini, aydınlanabileceğini bildiğimiz halde bu çareyi bir yana bırakıp 'Üzgün Beni' sürdürmeyi devam ettiririz.
Üzgün ben durumunda doğal olmayan her şey ruh yapımızı etkileyip düşüncemizin parlaklığını kaybettiriyor. Buna bağlı olarak çocuklukta, gençlik yıllarında yaşanan derin yaraların bir sınavdan geçme olduğunu, bu yaraların bile bizi bir yerlere taşımaya yardım eden unsurlar olduğunu asla düşünmek istemeyiz.
İrade, inanç ve güveni zaman  zaman  yitirdiğimizde;  'Meğerse bu dünyada neler neler çektim ben!' demeye başlar ve  yine 'Üzgün Bene' sığınırız.
En küçük sıkıntıdan en ağır trajediyi karşımıza çıkarabilenin, her türlü engel koşulunu hazırlayanın kaderimiz olduğunu unuttuğumuzda hemen o an yine 'Üzgün Benin' içinde buluruz kendimizi.
Bir yaşam boyu biriktirdiğimiz zorluklarımızı, yenilgilerimizi, acılarımızı beraberimizde taşıdığımızda bu bıktırıcı ağırlıkların bizi özel biri değil 'Üzgün Biri' yapmaya yaradığını kavramamız gerekiyor.
Sonuçta, 'Üzgün Benden'  vazgeçmeliyiz.