Türk ve İslam tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü imparatorluğu olan Osmanlı Devleti, 620 yıllık ömrünün sonunda kurulduğu coğrafyaya çekilmek zorunda kalmıştı. 1300’lerin başından Sevr’e gelinen nokta burası olmuştu. Buraya nasıl gelinmişti?

Klasik dönem Osmanlı padişahları akıllı adamlardı. Siyaset ve strateji bilirlerdi. Örneğin II. Beyazıt –tüm sofuluğuna rağmen- İspanya’dan Musevileri büyük memnuniyetle imparatorluğuna kabul etmişti. Ardından oğlu Yavuz Sultan Selim, 1516 ve 1517’de Arap topraklarına doğru imparatorluğu genişletti. Önce Suriye’yi ardından Mısır’ı aldı. Bu hamlesinin ardında İpek ve Baharat yollarını tamamıyla kontrol altına almak ve imparatorluğun zenginliğini arttırma amacı vardı. Ancak amaç bundan ibaret değildi. Hint Okyanusuna ulaşarak –Akdeniz’in/İslam dünyasının aracılığını ortadan kaldırma ve- baharatı doğrudan elde etme amacındaki Portekiz’i durdurmayı da hedefliyordu.  Hint Okyanusunda Portekiz’i durdurma çabası, Kanuni döneminin de önemli çabalarından biriydi ve ama Kızıldeniz’de donanma oluşturarak Portekiz’le mücadele başarılı olamadı. Bununla birlikte bir “cihan devleti” olarak Osmanlı Avrupa siyasetine de yön verdi. Kanuni, yine başarılı bir siyaset ve strateji örneği olarak Avrupa’da Habsburg egemenliğine karşı Bourbonları (Fransa) destekledi ve Avrupa’da bir denge oluşturdu. 16. Yüzyıl yeni bir dünyanın kurulduğu ve Avrupa’nın kendi sınırlarının dışına kesin olarak taştığı yüzyıl oldu. Osmanlı açısından ise aynı yüzyıl gücünün doruğu olmakla beraber, sonun başlangıcını da işaret etmekteydi. Klasik tarım imparatorluklarının sonu gelmekteydi. Nitekim tüm modernleşme çabalarına rağmen tarım imparatorluğu olmaktan kurtulamayan Osmanlı için 19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başında dağılmak hazin ama kaçınılmaz bir sondu.

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. Bu ateşkes, Sevr’in habercisi gibiydi. Sevr’in öncülü olarak Mondros (30 Ekim 1918), işgaller ve paylaşım için Osmanlı ordusunun dağıtılmasını ve silahlarına el konulmasını sağladı; ardından işgaller için gerekli mazereti (7. ve 24. maddeler) yarattı. Aslında Mondros’u imzalayan Rauf Bey nasıl bir metne imza attığının ve yol açacağı sonuçların çok da farkında değildi. Hatta umduğundan iyi bir ateşkes antlaşması imzaladığını düşünüyordu. Ateşkes antlaşmasının ardından gazetelere verdiği demeçte, “İstiklal-i devlet (devletin bağımsızlığı), hukuk-u saltanat (saltanatın hakları) ve izzetinefs-i millet (milletin onuru) tamamen kurtulmuştur” demişti. Oysa kurtulan bir şey yoktu. Tam tersi hepsi ayaklar altına alınacaktı. Deyim yerindeyse Rauf Bey, İngilizler tarafından aldatılmıştı.

Padişah Vahdettin de Mondros’un koşullarına ağır bulmakla beraber imzalanmasından yana tavır almıştı. Şunları dönemin Sadrazamı İzzet Paşa’ya söylemişti: “Bu şartları, çok ağır olmalarına rağmen, kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngilizlerin doğuda asırlarca devam eden dostluğu ve lütufkâr (iyiliksever) siyaseti değişmeyecektir. Biz onların müsamahasını (hoşgörüsünü) daha sonra elde ederiz”. Halbuki İngilizler başta olmak üzere İtilaf devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmanın derdindeydi. İstanbul hükümeti ile Padişah-Halife İngilizlere yaltaklanarak kendilerini ve devleti kurtarabileceklerini sanıyordu.

Kötü son, yenilen bütün devletler için geçerliydi. Hüküm galibindi. İmzalanan ateşkes ve barış antlaşmaları karşılaştırmalı olarak incelendiğinde bunu görmek mümkündür:

İmzalayan                                             Ateşkes Antlaşması                            Barış Antlaşması

Almanya                                                               Retandes                              Versay (Versailles) (28 Haziran 1919)

Osmanlı                                                                Mondros                               Sevr (Sevres) (10 Ağustos 1920)

Avusturya-Macaristan                                           Vila cousti                            Sen Jermen (Saint- Germain) (10 Eylül 1919) (Avusturya ile)

                                                                                                                           Triyanon (Trianon) Antlaşması

                        ( 4 Haziran 1920) (Macaristan ile)

Bulgaristan                                                           Selanik                                  Nöyyi (Neuilly) (27 Kasım 1919)

Ateşkes Antlaşmasının ardından ilk barış antlaşmasını Almanya imzaladı. En son barış antlaşmasını imzalayan Osmanlı Devleti oldu. Bu, İtilaf devletleri arasında Osmanlı üzerindeki rekabetin ve pazarlıkların bir göstergesiydi. Macaristan’ın geç imzalamasının nedeni ise bu ülkede yaşanan iç iktidar mücadelesiydi. Komünistler iktidardan uzaklaştırılmış, ardından barış antlaşması imzalatılmıştı.

Barış antlaşmaları için galip devletler Paris’te barış konferansı topladılar. Paris Barış Konferansı’nda Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın eline verilen ağır Sevr metni Padişah-Halife, Hükümeti ve Saltanat Şurası, -Şura’daki Topçu Feriki Rıza Paşa hariç- antlaşma metnini onayladı. Damat Ferit Paşa adına Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Bern büyükelçisi Reşat Halis‘ten oluşan heyet, 10 Ağustos 1920‘de Sevr Antlaşması’nı imzaladı. BMM, Damat Ferit Paşa ve antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti (19 Ağustos 1920). Ankara İstiklal Mahkemesi de idama mahkum etti (7 Ekim 1920). Ankara Hükümeti ve onun dayandığı BMM, Sevr Anlaşması’nı kabul etmedi ve tanımadı. İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği ve imzaladığı Sevr’in geçersiz olmasını sağlayan, onu Ankara Hükümeti’nin tanımaması ve yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr’in yerini Lozan’ın almasıdır.

Vahdettin’in ifade ettiği ilginç bir cümle var: “Bizim hanedanımızda her türlüsü gelmiştir; sarhoşu gelmiştir, zalimi gelmiştir, delisi gelmiştir, aptalı gelmiştir, fakat dinsizi gelmemiştir”. (Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, TTK Yay., Ankara, 2010, s. 273). Vahdettin haklı olsa gerektir. Ancak bir eksikle! Haini de gelmiştir ne yazık ki…

Karşılaştırmalı olarak incelenmesi gereken bir başka antlaşma grubu da Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın imzaladığı antlaşmalar ile Kurtuluş Savaşı sonunda Ankara Hükümeti’nin imzaladığı antlaşmalardır:

Osmanlı’nın imzaladığı yenilgi antlaşmaları şunlardı:

- Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918)

 - Sevr Barış Antlaşması (10 Ağustos 1920)

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanmasının ardından Türkiye’nin imzaladığı antlaşmalar şunlar oldu:

- Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922)

- Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)

Mondros ile Mudanya’yı, Sevr ile Lozan’ı karşılaştırmak gerekir. Kurtuluş Savaşı’nın nasıl bir ölüm kalım mücadelesi olduğu Yahya Kemal’in şu dizelerinde görmek mümkündür:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yâ Rabbi

Senin uğrunda ölen ordu budur Yâ Rabbi

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın

Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!

1914 sınırları  (Birinci Dünya Savaşı öncesi) ile 1923 (Lozan) sınırlarını karşılaştırıp, “Lozan’da toprak kaybettik” demek aklı başında insanın, iyi niyetli bir insanın söyleyeceği söz değildir.  1914 ile 1920’yi (Sevr), 1920 (Sevr) ile 1923’ü (Lozan) karşılaştırmak gerekir. Dolayısıyla 1914 ile 1923 sınırlarını karşılaştırmak, Birinci Dünya Savaşı’nı ve yenilgisini görmezden gelmektir. Yenilginin bedeli ağır olmuştur: Mondros’u Sevr izlemiştir. Sevr’den kurtarılabilen Lozan’dır. Bu da Milli Mücadele’nin Atatürk’ün önderliğinde başarıya ulaşması ile mümkün olabilmiştir.

Birinci İnönü Zaferi’nin ardından İtilaf devletlerinin Sevr’i yumuşatarak –küçük değişikliklerle- Ankara Hükümeti’ne kabul ettirme çabası sonucunda Londra Konferansı toplandı. Yakın zamana kadar isyancı olarak görülen direnişçiler (milliyetçiler/Kemalistler), konferansa çağırıldı. Böylece Ankara Hükümeti hem Batılı devletler nezdinde tanınmış oldu ve hem de Ankara Hükümeti Batı dünyasına kendi tezlerini anlatma fırsatı elde etti. Konferans öncesinde 17 Ocak 1921’de United Telgraph muhabirine demeç veren Mustafa Kemal Paşa, muhabirin “Sevr Barış Antlaşmasında değişiklikler yapılması hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir? Antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını istiyorlar?” sorusuna şu yanıtı verdi:

“Siyasi, hukuki, ekonomik ve mali bağımsızlığımızı yok etmeye ve sonuç olarak yaşama hakkımızı ret etmeye ve yok etmeye yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir. Bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi sağlayacak bir barışın imzalanması nihai amacımızdır”. 

Londra Konferansı’nın ardından 1 Mart 1921 tarihinde TBMM’yi açış konuşmasında İngilizlerin barışçı amaçlarımızı görmezden geldiğini belirten Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Hükümeti’nin imzaladığı Sevr’in Türk milleti için “idam kararı” olduğuna dikkat çekti. Sevr’in milletin direnişi karşısında uygulanamayacağını anlayan İtilaf devletleri liderleri “bizimle görüşme gereği duymuşlardır” dedi. Mustafa Kemal Paşa’ya göre 1920 yılının bize getirdiği “en büyük felaket ve uğursuzluk Sevr Barış Antlaşması idi”.

1921 yılının 1920 yılına göre Türk milleti için daha iyi bir yıl olduğuna dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, “Memleketimizin gerek siyasal, gerek ekonomik olarak idam hükmünü ilân eden Sevr Barış Antlaşmasının uygulanmasına engel olmak için milletimizin girişmeye mecbur kaldığı azimli mücadele karşısında o antlaşmanın bize zorla kabul ettirilemeyeceğini birçok kanlı mücadelelerden sonra anlayan İtilâf Devletleri bizi Londra‘ya davet etmişlerdi. Çok az bir zaman önce asi kabul edilen hükümetimizin böyle bir konferansa resmen davet edilmesi milletimiz hesabına kaydedilecek bir siyasal başarıdır” demekteydi.

İzmir başta olmak üzere işgal altındaki vatan topraklarının kurtarılması ve Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 27 Ekim 1922 tarihinde Bursa’da öğretmenlere hitap eden Mustafa Kemal Paşa, Sevr ve onu imzalayanlar hakkında şunları söylemekteydi:

“Bütün dünya bir an şüphe etmesin ki, Türkiye devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Küçük çıkarları için ve kendilerini koruma amacıyla milletin ve vatanın bağımsızlığını düşmanlara teslim etmekte sakınca görmeyen, bağımsızlığımızı imha etme şartlarını barındıran Sevres muahedenamesini kabul eden egemenlerin, sultanların, padişahların hikayelerini, bu gasplarını Türk milleti artık, ancak yalnız tarihte okur”.

Henüz Lozan görüşmeleri devam ederken Batı Anadolu seyahati sırasında Alaşehir’de halka hitap eden Mustafa Kemal Paşa, “Eğer milletimiz kendi egemenliğini kayıtsız şartsız elinde tutan bir hükümet kurmamış olsaydı, bugün elde ettiğimiz zaferlere hiç bir zaman ulaşamazdık ve memleketimizde şimdiye kadar Sevres antlaşması uygulanacak, bütün millet yabancıların kölesi olacaktı.

Arkadaşlar! Artık bu felaketli günler geri gelmeyecektir. Bütün düşmanlarımız, bütün dünya anlamıştır ki, egemenliğini pek kıskanç bir şekilde savunan ve koruyan milletimiz memlekete ayak basacak düşmanları kovacak ve mahvedecektir. Memleketimizin kalkınması ve milletimizin mutlu olması, her bireyin büyük fedakarlığı ve ulusal egemenliği korumasıyla mümkün olacaktır. Amacımız dışarıda bağımsızlık, içeride kayıtsız şartsız egemenliği korumaktan ibarettir.

Ulusal egemenliğimizin en ufak bir parçasına bile zarar vermek isteyeceklerin kafasını parçalayacağınızdan eminim.

Arkadaşlar! Bundan sonra çok önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi, bilim ve kültür zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketinizi gerçek kurtuluşa ulaştırmış sayılamaz. Bu zaferler ancak gelecekteki zaferimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri başarılarımızla böbürlenmeyelim. Yeni bilim ve ekonomi zaferlerine hazırlanalım”.

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Birinci Meclis’in ardından toplanan ve Lozan Barış Antlaşması’nı onaylayacak olan İkinci Meclis’in açılış konuşmasında (13 Ağustos 1923) Mustafa Kemal Paşa şunları söyledi:

Efendiler, … düşmanlarla beraber padişah ve halife olan zat, … Paris’te imza ettikleri Sevr Muahedesini zorla millete kabul ettirmek için ortak tedbir aldılar. Anadolu’nun millî heyecanlarını bastırmak için başvurmadıkları şeytanlık bırakmadılar”.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının ardından 10 yıl sonra (24 Temmuz 1933) Atatürk, Lozan Antlaşması hakkında şu tespiti yapıyordu:

“Lozan Antlaşması, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılan büyük bir suikastın sona erişini ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir”.

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri de incelendiğinde Sevr’in ne kadar kanlı canlı, gerçek bir antlaşma olduğu, ölü olmadığı açık bir şekilde görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan barış antlaşmalarının hiçbiri ölü değildir.

Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr’in Osmanlı Parlamentosu’nda onaylanmadığı için geçersiz olduğu iddiası, şehir efsanesinden ibarettir. Eğer Anadolu direnişi –Padişah-Halife’ye rağmen- başarıya ulaşmasaydı, uygulanacak olan Sevr’di. Tarihte böyle bir şekilde geçersiz kalmış bir antlaşma var mıdır? İtilaf devletleri, “A bak Türkler ne akıllı çıktı Sevr’i parlamentolarında onaylamadılar. Elimiz kolumuz bağlı. İşgal de edemeyiz!” mi demişlerdir? Türklerin akıl ettiğini niye Almanlar akıl edememişlerdir? Onlar da o tarihe kadar tarihlerinin en ağır antlaşması olan Versay’ı onaylamayarak sistemi kilitleseydiler. Hitler’i iktidara getirerek Versay’ı etkisiz hale getirmenin bedelini daha ağır bir şekilde ödemek zorunda kalmazlardı, değil mi? Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan tek imparatorluk Osmanlı da değildi. Onun yanında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da dağıldı. Onlar niye geçersiz kılmayı akıl edemediler acaba? Sonrasında antlaşmayı imzalayan Macaristan, Avusturya ve Bulgaristan da niye acaba aynı girişimde bulunmadı. Demek akıl edemediler (!)

Sevr’i yok sayarak Lozan’ı küçümsemeye kalkmak hiç de gerçekçi değildir. Bunun dışında Lozan eleştirilemez mi? Elbette eleştirilebilir. Ancak insaf ölçüsünde… Mesela Misak-ı Milli sınırlarına ne ölçüde ulaştığı sorgulanabilir. Onlar, Mondros imzalandığında işgal edilmemiş toprakların bağımsızlığını savunuyorlardı. Bunun için savaştılar. Tam bağımsızlık uğruna küçük tavizler de vermek zorunda kaldılar. Çünkü daha fazlası için mücadele edecek ne insan gücü vardı ne de maddi imkan (para, silah, cephane…). Örnek verecek olursak İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül’dür. İzmir’in ilçesi Urla’nın kurtuluşu 12 Eylül, Çeşme’nin 16 Eylül, Karaburun’un 17 Eylül… İzmir’den Çeşme’ye bugün otobandan 45 dakikada ulaşabiliyorsunuz. O gün neden acaba bir haftada ulaşılabilmiş? 26 Ağustos’tan beri dur durak bilmeden, uyumadan savaşan Türk ordusunun gücü tükenmişti; askeri yorulmuştu; cephanesi bitmişti. Deniz kıyısından Urla’ya, Çeşme’ye giderken kıyıdaki süvarilerini – İzmir Körfezindeki Yunan ve İtilaf devletleri donanmasına karşı- koruyacak tek bir savaş gemisi yoktu.

Atatürk, Selanik doğumludur. Ordu, 9 Eylül’de İzmir’e girdiğinde Selanik’i almak istemez miydi? Atatürk, bunun imkansızlığının farkındaydı. Enver’in –ve bugün bazılarının- hayalciliğine sahip değildi. Gerçekçiydi. Milletin gücün sınırlarını ve bununla kumar oynamaması gerektiğini biliyordu.

Yine de daha fazlası yapılamaz mıydı? Yapılabilirdi belki… Eğer bugün Lozan’ı küçümseyenlerin dedeleri askerden kaçıp ve Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp, isyan etmeseydiler... İngilizler başta olmak üzere İtilaf devletlerine ruhlarını ve bedenlerini teslim etmeseydiler… 

Bugün Lozan’a karşı olmak; vatana, Türk milletine ve Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e karşı olmaktır. Bu kadar açık ve nettir. Bugün bağımsız bir ülke olarak yaşayabiliyorsak, 97 yıldır barış içindeysek –ki tarihimizde bu kadar uzun barış dönemi yoktur- bunu Lozan’a borçluyuz. Lozan olmasaydı, Sevr olacaktı. Üstelik Sevr, 100 yıllık bir antlaşma (!) da değildi. Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşmasıdır; Batı ile eşitliği sağladığı gibi siyasal ve ekonomik bağımsızlığı da getirmiştir.

Sevr, sadece bir “belge” değildir; “kanlı bir barış antlaşması”dır. Üstelik Türk tarihinin en ağır antlaşmasıdır; Karlofça’dan da ağırdır. Çünkü Karlofça büyük toprak kaybına yol açmakla birlikte imparatorluk ve devlet halen mevcuttu. Sevr ise devletin sonu, vatanın parçalanması ve milletin yok oluşu idi. Atatürk, Sevr’in yerine Lozan’ı ikame ederek/koyarak tarihin akışını değiştirdi. Yok oluşu, var oluşa çevirdi. Yüzüncü yılında Sevr’i unutmamak ve Cumhuriyetin ikinci yüzyılında Türkiye’yi insanlık aleminin ve uygar dünyanın saygın bir üyesi haline getirmek ulusal görevimizdir.