Dünyanın hemen hiçbir ülkesinde kurucu babalarıyla Türk toplumu kadar kavga eden bir başka toplum yoktur. Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasıyla ilgili olarak yaşanan süreçte ülkenin kurtarıcı ve kurucusunu ima eden “lanet” ve “ihanet” söylemi, “paralel tarih” yaratma çabaları çok geç olmadan durdurulmalıdır. Toplum olarak buna dur deme zorunluluğumuz mevcuttur.  

İkinci Meşrutiyetten bugüne Türkiye’nin tarihi siyasal cepheleşmelerin, toplumsal kutuplaşmaların tarihi haline geldi. Türkiye, toplum olarak cepheleşme yorgunudur; bir tür metal yorgunluğu olan bu cepheleşmeyi bitirmek en temel ihtiyacımızdır. Çünkü bütün enerjimizi bu cepheleşme siyaseti alıp götürmektedir. 

Cumhuriyeti kuran kadro, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan İttihatçı-İtilafçı cepheleşmesinin zararını Milli Mücadele yıllarında açık bir şekilde yaşadığı için bundan büyük bir ders çıkardı. 1931 yılında yapılan genel seçimler öncesinde Atatürk, ikinci seçmenlere hitaben yayınladığı seçim bildirisinde “Yurtta sulh, cihan sulh için çalışıyoruz” dedi. Atatürk, bunu samimi anlamda uyguladı da. Dünyada otoriter ve totaliter rejimlerin yükseldiği; Hitler, Stalin, Mussolini, Salazar ve Franco’nun iktidarda olduğu ve İkinci Dünya Savaşı’na pupa yelken gidildiği bir dönemde, etrafını barış deniziyle kuşatmaya çalıştı. Bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirerek Sadabat Paktı ve Balkan Antantını kurdu; hem Sovyetler Birliği ve hem de Batı dünyası ile aktif, şeffaf ve barışçı bir politika geliştirdi. 

Atatürk, dünya ile barış içinde yaşamanın yanı sıra ülke içinde de siyasal bir barış ortamı yaratmaya gayret etti. Bunun için de Cumhuriyetin ilk yıllarında devrim sürecinde karşı karşıya gelen lider kadro ile 1930’ların başından itibaren kademeli olarak barışıldı. Kurtuluşun ve kuruluşun A takımı olarak tanımlanabilecek isimler arasında Cumhuriyetin ilanı ve Halifeliğin kaldırılması sürecinde bir ayrışma yaşanmıştı. Muhafazakar eğilimleri nedeniyle köktenci modernleşme projesine karşı çıkan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele, A takımının diğer isimleri olan Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın karşısında yer aldılar. Köktenci kanat, muhafazakar kanadı tasfiye etti. Bu tasfiye TpCF denemesi ve İzmir Suikastı sonrasında İstiklal Mahkemeleri eliyle gerçekleşti. Tarihsel literatüre “Paşaların Kavgası” diye geçen bu çatışma sıklıkla akademik ve popüler çalışmalara konu oldu ve olmaktadır. Oysa görmezden gelinen ya da es geçilen bir konu var: Paşaların Barışması… 

Devrimlerin gerçekleşmesi ve rejimin oturmasının ardından iç barış amacıyla Atatürk, Cebesoy ve Bele ile barışarak onları siyasal sisteme entegre etti. Atatürk’ün vefatının ardından İnönü, barışma siyasetini devam ettirdi. Karabekir ve Orbay siyasal sisteme eklemlendiler. Bu barışma siyaseti Cumhuriyetin kurucularının zihniyet dünyasını bize göstermesi açısından anlamlıdır. Onlar Cumhuriyeti kanla, irfanla kurdular ama kinle kurmadılar.  

2014 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı dolayısıyla Mustafa Balbay’ın öncülüğünde bir sempozyum düzenlenmişti. Bu sempozyumun ilginç bir özelliği de dönemin lider kadrolarının torunları da konuşmacıydı: “Torunlar Anlatıyor” oturumunda; Fevzi Çakmak (Fevzi Çakmak’ın torunu), 

Hayri İnönü (İsmet İnönü’nün torunu), Osman Mayatepek (Enver Paşa'nın torunu) ve Pınar Feyzioğlu Akkoyunlu (Kazım Karabekir'in torunu) konuşmuştu. Ben de Cumhuriyeti kuran kadronun İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkardığı dersleri anlatmıştım. Torunlar da beni dinlemişlerdi. II. Meşrutiyet’ten çıkarılan en büyük dersin parti kavgalarından uzak durmak, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan en büyük dersin de İkinci Dünya Savaşı’na girmemek olduğunu söylemiştim. Bunu belirtirken de İkinci Dünya Savaşı’na girmemekte en büyük payın İnönü’ye sonra Çakmak’a ve diğer isimlere ait olduğunu ifade etmiştim. Toplantının bitiminde Karabekir’in torunu yanıma gelerek elimi tutmuş ve sevgi dolu bir şekilde “Dedemden ne güzel söz ettiniz. Hem de bir CHP toplantısında…” demişti. Ben de gülerek, “Unutmayın vefat ettiğinde (1948) dedeniz CHP milletvekiliydi ve hatta CHP’den Meclis Başkanlığı bile yaptı” dedim. Sonrasında birlikte gülmüştük. 

Çoğu devrim hareketlerinde lider kadronun çatışması ve kanlı tasfiyeleri görülür. Bu, Fransız Devrimi’nde de Sovyet Devrimi’nde de yaşanmıştır. 1792-1795 yılları arasındaki terör dönemindeki Jakoben liderlerin kanlı tasfiyelerini, Lenin sonrası Stalin’in yaptığı büyük kanlı tasfiyeyi hatırlatmak yeterlidir sanırım. Oysa Türk Devrimi bunlardan farklı olarak A takımı içerisinde kanlı bir tasfiye uygulamamıştır. Çatışmış ama sonrasında barışabilmiştir. Lider kadro barışabilmiştir ama sonraki yıllarda gelişen siyasal ortam ne yazık ki Cumhuriyetin kurucu değerleriyle ve Cumhuriyetin kurucularıyla barışamamıştır. 

Kurucu babalarla ilişkiye örnek olarak ABD’yi vermek isterim. ABD’nin son iki başkanı birbirine 180 derece terstir: Obama ve Trump… Ama ikisinin de kurucu babalar aleyhine laf ettiği görülmemiştir. Bunlardan Obama ilk siyahi kökenli Başkan olarak 2008’de başkanlık konuşmasını yaparken kurucu babalar Washington ve özellikle de Lincoln’e –elbette olumlu anlamda- atıfta bulunmuştu. Siyahi kökenli biri olarak ABD tarihiyle hesaplaşmaya girişmek aklına bile gelmemişti. Obama Demokrat Partiliydi; Trump ise Cumhuriyetçi… İki zıt siyasal karakterin kurucu değerler ve kurucu babalarla çatışmaması imrenilecek bir durum… 

Umarım ki Cumhuriyetin ikinci yüz yılında bunu biz de başarırız. 

1923’te Atatürk’ün önümüze koyduğu demokrasi, hukuk devleti ve çağdaş bir toplum/devlet hedefini (Halk Fırkası Tüzüğü madde 1) Cumhuriyetin ilk yüz yılında tam olarak gerçekleştiremedik. Bunu gerçekleştirmenin yolu öncelikle toplumda metal yorgunluğuna yol açan siyasal kutuplaşmayı bitirmekten geçiyor. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında öncelikli hedefimiz kalkınma, hukuk devleti ve demokrasi olduğu kadar, toplumsal barış olmalıdır.