​​Bir ulusun en yüce kurumlarından biridir üniversite.

İçinde yaşadığı toplumun vazgeçilmez bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez.

Bilimsel çalışmaların ve buluşların yapıldığı yerdir. Buluş ve bilimsel çalışmaların doğanın kalın örtüsünü ancak bazı köşelerinden aralayabildiğini Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi eski binasının girişindeki kocaman bir beyaz heykelde görmüştüm yıllar önce.

Bu heykel hemen hemen her yeri örtülerle kapalı bir kadın heykeliydi. Usta ellerin adeta kadife yumuşaklığı verdiği aynı beyaz mermerden yontulmuştu heykeldeki kadının sarındığı örtüler. 

Heykelin tabanında ise: 'Bilimin Önünde Soyunan Doğa.' Yazıyordu. 

Bilimin kocaman kitabı hiçbir zaman sonlanmayacağından, bunu üreten üniversiteler de kendi özel anlamıyla sonsuza uzanmış oluyor.

Üniversitelerin başta gelen görevi eğitim, öğretim ve araştırmadır. Ülkenin, insanlığın istediği yarının yöneticilerini, beyinlerini hazırlar bu kuruluşlar.

Geleceğin sağlam karakterli, seçkin ve aydın kişilerini yetiştirir. 

12 Eylül darbesinden önce üniversitelerimizin görevi, çok sayıda bilim ve hukuk insanının hazırladığı özgürlükçü 1750 sayılı üniversite yasasında belirtildiği gibi ulusal kişiliği olan vatandaşlar yetiştirmekti.

Yıllardır uygulanan bu yasa, darbeci paşalara göre sol özellikler (?) taşıdığından ortadan kaldırılmalı onların istediği anti demokratik bir üniversite yasası getirilmeliydi!.. 

Bu yeni yasanın mimarı olarak Prof. Dr. İhsan Doğramacı düşünülmüş ya da dış güçler tarafından önerilmişti.

Kurduğu üniversite ve tıp fakültesini özel statülerle ve kendi koyduğu kanunlarıyla yöneten bir öğretim üyesiydi Doğramacı. 

Tam da bu sırada, 1750 sayılı yasa halen yürürlükteyken birçok bilim insanın profesörlük sıraları gelmiş ve gereken prosedürler yerine getirilmişti. Ancak Doğramacı'nın emriyle bu öğretim üyelerinin hazır dosyaları imza için sümen altında uzun süre bekletildi. Hak ve hukuka aykırı olarak imzaya konmadı. 

Kadroya atanmaları kazanılmış hakları olmasına karşın atanmadıkları için çok sıkıntılar yaşatıldı, zorluklar çıkarıldı bu öğretim üyelerine o zaman.

12 Eylül dönemdeki bu haksızlık ve hukuksuzluğu da yaşanmışlıklar ve yapanlar olarak asla unutmamak ve unutturmamak gerekiyor.

1750 sayılı yasa yerine askeri cunta yasası olan YÖK yasasının getirilmesiyle üniversiteler artık üniversite olmaktan çıkmış, birer yüksek okul haline gelmişti.

Yeni uygulamada Ankara'da yasanın bir kralı varsa, üniversite birimlerinde de onun atadığı kralcı rektörler ve bölüm başkanları vardı. 

Bir ülkede üniversite o ulusun, içinde bulunduğu toplumun ve insanların sorunlarıyla da yakından ilgilenir. Bu sorunlara yeri geldiğinde çözüm yolu önermesinden doğal ne olabilir?

Eğitim ve öğretimi, ilkokuldan başlayarak yüksek okullar ve üniversiteler olarak bir bütün şeklinde ele aldığımızda bu kuruluşlarda çalışma, düzen ve disiplin kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerdeki ilkelerle yürütülmeli, üniversite temiz karakterli insanların ocağı olarak düşünülmelidir. 

Çünkü özgür düşünce taraflısıdır ve özgür düşüncenin savunucusudur üniversite. 

Bu kuruluşlardaki çalışmada temel ilke yarışmak, ayrıştırmak, parçalamak, yozlaştırmak, Cumhuriyet karşıtlığı değil birlikte ülke için başarmanın mutluluğunu yaşamak olmalıdır.

Bir ülkenin kültür düzeyi orada yerleşmiş, kökleşmiş durumdaki üniversite ve üniversitelerinin varlığıyla sıkı sıkıya ilgilidir. 

1960'li yılların sonuna baktığımızda İstanbul bu yönden en şanslı kentimiz olup bunu Ankara ve İzmir izlemiştir.

Gerçek aydınlar, inanılır ve güvenilir bireyler üniversitelerde yer almalıdır. Çünkü böyle insanlarda temiz ve sağlam kalma sorunu yaşamlarından çok daha değerlidir. Bu özelliği taşıyan ve içinde barındıran insanlar ancak ülkenin geleceğini oluşturacak kuşakları yetiştirmenin bilincinde olabilir.

Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi eski dekanlarından Prof. Dr. Henri Roger'nin yaşamdan ayrılmadan yazdığı anlamlı son cümlelerinden biri şu olmuştur.

''Gelecek kuşakların mutluluğu rüyasını görerek gözlerimi kapatmak istiyorum...''

Şimdilerde plansız, programsız öğrencisi ve öğretim elemanı bile olmadan farklı amaçlarla açılan sayısız üniversite var. 

Bunların bazılarında öğretim üyesi özelliği taşımayan, çalınmış bilimsel araştırmalarla profesör olmuş, o konuma getirilmemesi gereken nitelikteki ayarlanmış bir grup insan görev yapıyor.

Bunlara bilim insanı demek mümkün mü?

Deneyimli, kültürlü, donanımlı, ülke sorunları için yeri geldiğinde düşüncesini mesleğindeki konumu gereği rahatlıkla söyleyebilen gerçek hocalar, gerçek bilim insanları şimdi nerede? Neredeler?.. 

Zaman değişir, asla durağan değildir. Ancak geçip gitse de yeniden doğruluklar, güzellikler geri gelir, iyi olan şeyler yerine kavuşur her zaman. 

Akan suların sonunda denizlere kavuştuğu gibi.