Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ana nedeni tarım toplumundan sanayi toplumuna geçemeyişti. Tüm modernleşme çabasına rağmen tarım toplumuna dayanan imparatorluk bakiyesini ulus-devlete dönüştürmenin yolunun ulusal bir burjuva sınıfından geçtiğin ilk İttihatçılar fark ettiler. Ulusal burjuvazi olmadan ulus devlet olmazdı. Yumurtasız omlet olmayacağı gibi… İttihatçıların milli ekonomi politikaları bu yolda atılan ilk adımdı. Bu geç adım, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca gerisindeydi. Ancak yine Cumhuriyetin kuruluşu ve cumhuriyetin ekonomi politikaları için önemli bir yol göstericiydi. Nitekim 1923’te Mustafa Kemal, Osmanlı’nın tarım, cihat ve fetih toplumundan kopuşu şöyle ifade etmişti: “Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı iktisat ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı alan bir devlet olmayacaktır. Ama, yeni Türkiye devleti bir iktisat devleti olacaktır.”

İaşeci Osmanlı toplumu ihracatı değil ithalatı teşvik etmişti. Önemli olan halkın ihtiyacını karşılamaktı. Bu nedenle de ihracatı –içeride mal darlığı olmasın diye- yasaklamıştı. Klasik dönemin ürünü olan bu politikalar Batı’nın Merkantalist politikalarının tam tersiydi. Batı ihracatı ve üretimi teşvik eden politikalarla zenginleşirken Osmanlı toplumu giderek fakirleşti. Neticede çöküş kaçınılmazdı. 

İttihatçıların başlattığı milli ekonomi politikalarını Kemalistler sanayileşme politikaları ile sürdürdüler. Üretmeyi ve ihracatı temel aldılar. İthal ikameci sanayileşme politikalarına yöneldiler. Çalışmayı, üretmeyi temel politika olarak benimsediler. Bu bağlamda Atatürk, “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar” demişti. Onlar için fabrika kurmak çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak kadar vatan savunması demekti. 

Bugün bu fabrikalar bir bir satılmakta, kapatılmakta… 1980 sonrasında üretime dayalı ekonomi politikalarının yerini tüketime dayalı ekonomi politikalarının almasının ürünüdür bu. Bu iktidar döneminde de aynı politikalar devam ediyor. Üretmeden tüketiyoruz. İthalatımız ihracatımızdan fazla… Belki 500 yıllık tarihimizde tek ihracat fazlası verdiğimiz dönem 1930’lu yıllar. Bu, izlenen ekonomi politikalarının sonucuydu. 

1930’larda sanayileşme amaçlı devletçiliğin gerekçesi şöyle açıklanıyordu: 

“Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik istiklalini temin edecek, milleti ecnebi fabrika mahsullerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun iptidai maddelerini yok pahasına satıp onların ecnebi mamullerini çok pahalı bir fiat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve tatbik ile mümkün olabilirdi.

Yeni Türk devleti bunu temin için en esaslı tedbirlerini aldı.

Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini tanzim etmek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine mahsus zaruri olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısile maliyet fiatındaki yükseklikten doğan nisbî pahalılığı korumak için dahili sanayi himaye etmek lazımdı. 

Bu, hariçten gelecek mallara fazla gümrük resmi koymak, ecnebi malların ithalatını tahdit ve tanzim etmekle mümkün olabilir. Bu himaye prensibi Büyük Millet Meclisi’nin vazettiği kanunlarla temin edildiği gibi Devletin tanzim edici elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve tediye muvazeneleri temin edilmiş ve dünya piyasalarında Türk toprak mahsullerinin yeri gittikçe genişlemiştir.

… Cumhuriyet Halk Partisi’nin Devletçiliği, hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere imkan vermeyen, mülkiyet haklarını tanımayan ve bütün iktisadi faaliyetlerle her türlü istihsal vasıtalarını Devlet elinde teksif eden Kolektivist ve toptan Devletçilikle asla alakalı değildir”.

Sadece ekonomik kalkınmayı değil, toplumsal kalkınmayı da hedefleyen topyekun kalkınma modeli, yurttaş ve birey temelli bir Cumhuriyet projesiydi.

Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı yıllarında asker sayısını yaklaşık 10 kat arttırmış ve toplamda ordudaki asker sayısı bir milyonun üzerine çıkmıştı. Ülke nüfusunun 20 milyonu bulmadığı bir ortamda büyük bir yüktü bu. 1939-45 yılları arasında Türkiye, ekonomisini 1930’larda kurulan sanayi kuruluşlarıyla ayakta tutabildi.

1930’lar Türkiye’sinde sanayileşme bir milli varlık meselesiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu sanayileşmezlerse yok olacaklarını biliyordu. 1936 tarihli İkinci Sanayi Planı’nda dönemin İktisat Vekili Celal Bayar, “Türkiye için endüstrileşme bir milli varlık savaşıdır, bir milli müdafaa mücadelesidir ve hiç bir fedakarlık ve sıkıntı bu milli mücadelenin neticesiyle mukayese edilemez” diyordu.

Sözü edilen sanayileşme hedefinde devlet ve özel sektörün birlikte hareket etmesi, dönemin pragmatik devletçilik anlayışının bir sonucuydu. Dönemin devletçilik anlayışı iki temele dayanıyordu:

Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı,

Yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü.

Cumhuriyetin ithal ikameci sanayileşme politikası, 1945 sonrasında ciddi kırılmalar yaşasa da 1980’e kadar devam etti. 1980’den günümüze kadar geçen süreçte ülkeyi yönetenler üretimi değil tüketimi temel olan bir tarzı benimsedi. Son yıllarda ise Türkiye’nin büyümesinde etkili olan ana etken inşaat sektörü oldu. Kentlerin ve tarımsal alanların yağmalandığı, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında zorluklarla kurulan fabrikalar özelleştirildiği, kapatıldığı ve birer AVM’ye dönüştüğü bir dönemi yaşamaktayız.

Örnekleyecek olursak kapatılan Ankara Havagazı Fabrikası’nın yıkılarak yerine AVM ve otel yapılma projesi, Adapazarı Şeker Fabrikası’nın yerine AVM ve rezidans yapılma projesi, Adana Tekel Fabrikası’nın yerine AVM yapılma projesi, Samsun Tekel Tütün Fabrikası’nın AVM yapılması…

Son olarak özelleştirilmesi gündemde olan 14 şeker fabrikası için Maliye Bakanı Naci Ağbal, şeker fabrikaları ile ilgili yaptığı açıklamasında "Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ile ilgili tüm taraflarla görüşmeleri tamamladık. Şeker fabrikaları 5 yıl sonra da ayakta kalacak" dedi. Hangi özelleştirilen fabrika ayakta kaldı ki, şeker fabrikaları ayakta kalsın, üretmeye devam etsin… Tütün üreticilerinin ve sigara fabrikalarımızın başına ne geldiyse, şeker pancarı üreticilerinin ve şeker fabrikalarının başına o gelecek… Türkiye, bu alanda da ithalat yapan bir ülke olacak, uluslar arası sermayenin pazarı haline gelecek… Türkiye’de yerli tütün ve yerli sigara kaldı mı? Yerli şeker kalabilir mi bu politikalarla? Amerikan tütününden sonra, Amerikan mısır şurubu egemen olacak demektir… Kimse kendini kandırmasın…

Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan fabrikalarda makineler için söylediği “makine sesi musikidir” ifadesi dönemin zihniyet dünyasının yansımasıydı. Cumhuriyetin kurucu babalarının ithal ikameci sanayileşme politikalarının yerini sanayileşmekten vazgeçen, tarım ürününü bile ithal eden bir ülke almakta… Oysa bize çocukluğumuzda tarımda kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyiz diye öğretmişlerdi… Bugün bıraktım sanayi ürünlerini tarımsal olarak ithal etmediğimiz ne kaldı?

Türkiye, 21. Yüzyılda büyük bir devlet olarak varlığını sürdürmek istiyorsa Osmanlı Hayalları kurarak değil Osmanlı’nın hatalarına düşmeyerek bunu yapabilir. Bunun yolu da sadece güvenlik kaygılarıyla Afrin’de harekat yapmaktan değil, sanayileşmekten, uluslararası marka yaratmaktan geçmektedir. Bunun için de eğitim sistemini üretime yönelik olarak yeniden düzenlemek, ekonomik sistemi AVM’den fabrikaya, teknoloji üretmeye çevirmek gerekmektedir. Türkiye’nin toprak bütünlüğünü sağlamanın ve çağdaş demokratik toplumun yolu budur. Milli ekonomi olmadan, milli marka yaratmadan vatan savunması olmaz.