Türklerin tarihleri boyunca kurdukları en büyük ve en uzun ömürlü devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, 600 yılın sonunda bir tarım imparatorluğu olmaktan kurtulamamıştı. Nüfusunun % 90’ı köylü idi ve okuma yazma bilmiyordu. Ekonomik modeli karasabanla tarlasını süren köylü üretiminin ötesine geçememişti ve bu nedenle de çökmüştü. 
Üretmeyen bir toplumun ve devletin çökmesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Nitekim bu nedenle de Atatürk, 1922’de “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür” demişti. Burada “gerçek üretici”ifadesinin altını çizmek gerekir. 
Üretmek, kimseye muhtaç olmamak Cumhuriyetin temel düsturu idi. Bu nedenle yerli malı üretimi ve kullanımı sürekli olarak teşvik edildi. Bu amaçla Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin düzenlediği Yerli Malı haftaları ile Cumhuriyetin tarım ve sanayi alanında üretim kapasitesi ortaya konuyor ve ulusal bir bilinç yaratılmaya çalışılıyordu.
Yüzyıllar boyunca ekonomik olarak geri kalmış, yabancı malların pazarı olmuş ve yerli üretimi zayıflatmış olan ekonomi politikalarının yerini Cumhuriyetle birlikte korumacı kalkınma politikalar aldı. Dönemin resmi söyleminde bu şöyle açıklanıyordu:
“Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik bağımsızlığını temin edecek, milleti yabancı fabrika ürünlerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun hammaddelerini yok pahasına satıp onların yabancı ürünlerini çok pahalı bir fiyat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve uygulama ile mümkün olabilirdi.
Yeni Türk devleti bunu temin için en esaslı önlemlerini aldı.
Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini düzenlemek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine özgü zorunlu olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısıyla maliyet fiyatındaki yükseklikten doğan kısmi pahalılığı korumak için kendi sanayimizi korumak lazımdı. 
Bu, dışarıdan gelecek mallara fazla gümrük vergisi koymak, yabancı malların ithalatını sınırlamak ve düzenlemekle mümkün olabilir. Bu koruma ilkesi Büyük Millet Meclisi’nin koyduğu kanunlarla sağlandığı gibi Devletin düzenleyici elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve ödeme dengeleri sağlanmış ve dünya piyasalarında Türk toprak ürünlerinin yeri gittikçe genişlemiştir”.
Milli Mücadele’nin ardından kalkınmaya, başta köylü olmak üzere halkın refahının arttırılmasına yönelik politikalar izleyen Cumhuriyetin kurucu babalarının kalkınma politikalarının ilk belgelerinden biri 1923 yılının ilk aylarında toplanan Türkiye İktisat Kongresi ise, diğeri de yine aynı yılın takip eden aylarında yayınlanan seçim beyannamesi niteliğindeki Dokuz Umde’dir. 
Kurtuluş Savaşı’nın bitişinin hemen ardından askeri zaferin ekonomik zaferle tamamlanması gerektiğini Atatürk şöyle izah etmişti:
“Dünyada zaferlerin iki aracı vardır. Biri kılıç, diğeri saban. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı faydalı buluyorum. Zaferinin aracı yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, küçük düşürülür, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişanlığı o kadar büyük ve acı olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve tutsak bir halde kalabilir. Onun için gerçek zaferler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında tutmanın, millete oturmuşluk kazandırmanın yolu sabandır. Saban, kılıç gibi değildir; o kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıç kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup oldu. Tarihin büyük vakaları ve olayları, yaşamın bütün gözlemleri bunu doğruluyor”. 
Sabandan kast edilen ekonomidir, üretimdir, sanayidir, ticarettir. Bir refah toplumu inşa etmektir. Üretmeyen bir toplum ne refah ne de barış içerisinde yaşayabilir. Er ya da geç yok olmaya mahkumdur. Cumhuriyeti kuranlar bunun farkındaydı. Söz konusu ekonomi politikaları da şu temeller üzerine oturmaktaydı:
-Millileştirme, Karma ekonomi
-Denk bütçe
-İthalat-ihracat denkliği
-Karşılıksız para basmama, 0 enflasyon
-Yüksek kalkınma hızı
Modern tarımın karasabanla değil demir pulluk ile, tarımda makineleşmek ile mümkün olabildiğini belirten Atatürk, üretimi arttırmanın yolunun makineleşmekten ve bunun da çiftçinin örgütlenmesinden, kooperatifler/birlikler kurmasından geçtiğini belirtmekteydi (1925):
“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz tarım olmaz. El emeği güçtür. Birlesiniz! Birliklerle makine alırsınız. Yılda yüz dönüm çalışır, on misli eker, yüz misli elde edersiniz. Bir de toprağa sevdiği tohumu bulup atmalıdır. Memleketimiz, çiftçi memleketi olmaya henüz hak kazanmamıştır. Tarım memleketi olacağız. Bu da ancak makineli tarımla olur”. 
Nazilli Basma Fabrikasının açıldığı tarihlerde makine sesini musiki/müzik olarak tanımlayan Atatürk için, sanayileşmek bir ölüm kalım meselesiydi. Nitekim 1936 tarihli İkinci Sanayi Planı’nda dönemin İktisat Vekili Celal Bayar da“Türkiye için endüstrileşme bir milli varlık savaşıdır, bir milli müdafaa mücadelesidir ve hiç bir fedakarlık ve sıkıntı bu milli mücadelenin neticesiyle mukayese edilemez” diyordu.
Nazım Hikmet ise 1923’te şunları söylüyordu bir şiirinde:
Trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
 
İşte bu makineleşme isteği beraberinde Cumhuriyetin sanayileşme politikalarını beraberinde getirdi:
 
-Alpulu Şeker Fabrikası (1926)
-Uşak Şeker Fabrikası (1926)
-Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)
-Eskişehir Şeker Fabrikası (1933)
-Turhal Şeker Fabrikası (1934)
-Bakırköy Bez Fabrikası (1934)
-Konya-Ereğli Bez Fabrikası (1934)
-Kayseri Bez Fabrikası (1934)
-İzmit Birinci Kağıt ve Karton Fabrikası (1936)
-Karabük Demir-Çelik Fabrikası (temel atma, 1937)
-Ereğli Bez Fabrikası (1937)
-Gemlik İpek Fabrikası (1938)
-Bursa Merinos Fabrikası (1938)
 
Yukarıdaki sözü edilen sanayileşme çabalarının şu alanları kapsadığını söylemek gerekir:
 
-Kimya Sanayisi
-Toprak Sanayisi
-Demir Sanayisi
-Kağıt ve Selüloz Sanayisi
-Kükürt Sanayisi
-Süngercilik
-Pamuk Mensucat Sanayisi
-Kamgarn Sanayisi (Merinos)
-Kendir Sanayisi
 
İkinci Meşrutiyet yıllarında dönemin en Batıcı aydınlarından biri olan Abdullah Cevdet’in İçtihat Mecmuası’nda yayınlanan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı yazıda ülkenin geleceğine dair bir ütopya ortaya konurken “Mevcut kumaş fabrikaları genişletilecek, yerli malları kullanımı teşvik edilecek” de denilmekteydi. İkinci Meşrutiyet’in hayalleri Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyette birer birer gerçeğe dönüştü. Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlı tüketim toplumunu Cumhuriyetin üretim toplumuna dönüştürdüler. On yıllardır fabrika yerine AVM kuran, üretimin yerine tüketimi esas alan toplumsal yapımızı yeniden dönüştürmek zorundayız. Yerli malı üretimini ve tüketimini yeniden gündemimize almalıyız. Üretelim ki, yerli malı haftasını kutlamaya devam edebilelim… Yerli üretim yaşamsal ve varoluşsal bir meseledir. İhmale gelmez.
Kaynaklar:
Cumhuriyet Halk Partisi, On Beşinci Yıl Kitabı, Ankara, 1938. 
Doğan Duman, Ulusal Ekonominin Yapılanmasında Yerli Malı Haftaları, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir, 2001.