Önce etik ve ahlâk, sonra hukuk… Bilimsel ve epistemiyolojik literatürde bilinen bu gerçek üzerinde düşünmek lazımdır. Çünkü bu ifade, toplumların iç dinamiklerini düzene koyan doğru bir sistemden bahsetmektedir. Hukukçuların da bu doğruyu bildiklerini ve onaylayacaklarını sanıyorum.
 
Ancak ne yazık ki, yüzyıllardır, düşünürlerin ifade etmeye çalıştıkları doğru, iyi ve ahlâki bir yönetim tarzının benimsenmemesi ve hep aynı tekrarların yapılmasından dolayı yapılan yanlış bugüne kadar gelerek, toplumların sadece hukuka dayalı bir sistemle yönetilmesi üzerinde yoğunlaşmıştır.
 
Oysa ki, doğru düşünme bilimi diye ifade ettiğim etik ile doğruyu yapma bilimi diye ifade ettiğim ahlâk olmadan insanın yaşamın içinde iradeli, tutarlı bir yer edinmesi mümkün olamaz.
 
Çok sıklıkla karıştırılan etik ile hukuk arasındaki sıkı bağlantının doğru bir şekilde algılanması lazımdır. Esasında etik ve hukuk bir beraberlik oluşturan iki ayrı disiplindir. Etik ve ahlâki değerler, ilkeler toplumların yüzyıllar içinde edinimleri ve tecrübeleri ile saptanmış gerçeklerden oluşmuştur. Hukuk ise etik alanların daralması, zedelenmesi sonucunda insan aklının ürünü olan bir enstrümanı tarif etmektedir. Bu anlamda hukukun temel görevi, etik’in zedelendiği alanları onarmak, daha fazla hırpalanmasını önlemek için bir işlevi yerine getirmektir. Etik’in vicdan ile değerlendirilen içsel ve dışsal yaptırım gücü, hukukun dışsal yaptırım gücü, yani ceza ile birleşir. Bu sayede ilke ve değerlerin kesintiye uğrayan noktaların daha net görülmesi ve bozulmanın sürekli hale gelmemesi hedeflenir.
 
Bir konunun, bir mesleğin, toplumsal bir düzlemin etik ve ahlâki gereksinimleri olmadan, bu gereksinimler ilkeler anlamında ortaya koyulmadan, kanuni bir düzenlemeden veya hukuktan bahsetmek mümkün değildir.
 
İnsan, varlığını ve özünü maddi unsurlardan çok manevi unsurlara borçludur. Bu anlamda etik ve ahlâk gerekçelendirmeleri ve bunun bilimsel açıdan desteklenmiş boyutları iyi görmek ve iyi anlamak lazımdır. Yanlışın peşinden gitmek, aynı yanlışları tekrarlamak doğru değildir. Yüzyıllardır beklenen ve özlemle istenen doğruya dayalı yönetim sistemlerinin kabul görebilmesi için toplumların etik ve ahlâki yapısı düzgün olmalıdır. Yanlışı seçen ve yanlışı yapan insanların varlığı sebebiyle ilke ve değerlerin hırpalanmasını önlemek için ortaya konan ve kural, yönetmelik, kanun ve anayasalarla pekiştirilmiş hukuksal sistem doğrunun devamını sağlamaya yönelik işlev görmelidir. Çünkü hukukun temelini teşkil eden yapı etik ve ahlâktan geçmektedir.
 
İlkel diye nitelendirilen (ki ben aynı kanıyı paylaşmıyorum) toplumlarda devlet ya da hukuki bir teşkilatın olmadığı bilinmekle beraber, bunların geleneklerle bütünleşmiş, etik ve ahlâki açıdan tanımlanabilen özel bir sistemle yaşantılarını sürdürdüklerini, bu topluluklarda suç işleme oranının düşük olduğunu, karşılıklı güven ve iyi niyetin esas alındığını biliyoruz. Peki, o zaman modern(!) denilen toplumlarda niçin kargaşa, kavga, şiddet, suç eksik olmamaktadır? Cevap bellidir: Bugünün modern toplumlarının (!)  ilkel nitelendirilen topluluklardan eksik yanı, sadece hukuki düzlemini esas alan bir yaşam ve yönetim modelini benimsemiş olmalarıdır.
 
Sadece suç ve ceza prensibine göre bir toplumun derlenip toparlanamayacağını yüzyıllar önce Konfüçyüs bizlere bildirmiştir. Aynı konuda daha pek çok düşünürün doğru tespitleri vardır. Un olmadan su olsa, ekmek olur mu? Ya da su olmadan un olsa, ekmek olur mu? İşin özü etik ve ahlâktadır. Bunlar var olduğu zaman, hukuk da bu unsurların tamamlayıcısı olarak görev yapar. Bu sayede toplumlar dirlik ve düzen içinde yaşayabilir.
 
Yıllardır bu konudaki yanlışları bulup ortaya çıkarmak gerektiği üzerinde dururken; hukuksal anlamda bir tür paradoksa neden olan sıkıntılı anlatım tarzını da düzeltmeliyiz:
 
Etik ve ahlâk olmadan, hukuk var olamaz; hukukun varlığı toplumların düzensizliğinden değil, etik ve ahlâki alanların kesintiye uğramasından ve doğruluk sisteminin korunmasının gerekliliğinden ortaya çıkar. Bir olguyu eğer etik ve ahlâki açıdan uygun bulmuyorsak, bunun hukukun da benimsemesi mümkün olamaz. Yine hukukun onaylamadığı bir olgu, aynı şekilde mutlaka etik ve ahlâki açıdan sıkıntılı bir durumu ifade eder.
 
Gerçekler, bunun üzerinde var olmuş ve bu doğru döngünün varlığı bu şekilde ortaya konmuştur. Geleneklerin ve bilinenlerin doğruluğunu değiştirmemek lazımdır. İç dinamikler ve iç huzur dediğimiz bu kavramların yerinde kalması için bu gereklidir. Toplumların etik ve ahlâki belleklerinin bozulmaması için uğraş vermek, daha çok etik, yeteri kadar hukuk anlayışı ile hareket etmek her bilinçli, bilgili ve doğruyu gören, hisseden bireyin ödevidir.
 
İnsanı insan olmanın mutluluğuna eriştirecek gerçek burada saklıdır.
 
Sevgi, saygı ve içtenlikle kalın...