Eylül ayı bilindiği üzere okulları açıldığı tarih… Buna Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullar ile üniversiteler de dahil. Bu nedenle de Eylül ayında sosyal medyada eğitim sistemimize dair paylaşımların oranı artıyor. Bunlardan bir tanesini ben de paylaşmak isterim:

Paylaşıma göre eğitim sistemimizin iki temel sorunu görünüyor:

1. Eğitim

2. Sistem

Mizahi nitelikleri olan bu paylaşımın doğru tarafları da var. Ben buradaki sorun sayısını ikiden üçe çıkarmak istiyorum: 

3. Türk sorunu…

200 yılı aşkın bir süredir devleti kurtarmaya çalışırken yukarıda sözü edilen iki temel sorunu hep tartışmışız. Nasıl bir eğitim? Nasıl bir eğitim sistemi? Üçüncü konu ise yaklaşık 110 yıl önce tartışma alanımıza girmiş. Özellikle İkinci Meşrutiyet’te… Türk kimliğinin günlük hayata ve siyasete girişi İkinci Meşrutiyet yıllarına rastlar. Bununla birlikte eğitim sisteminin dinsellikten ve ümmet anlayışından çıkışı, Türk ulusal kimliğinin inşasına yönelik eğitim politikaları Atatürk döneminin eğitimin politikalarıyla mümkün olabildi. Bu bağlamda Türk kavramının tanımına bakmak gerekir (1924 Anayasası): 

Madde 88- Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denir.

 

Türkiye’de veya Türkiye dışında bir Türk babadan gelen yahut Türkiye’de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye’de dünyaya gelipte memleket içinde oturan ve erginlik yaşına vardığında resmi olarak Türk vatandaşlığını isteyen yahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.

1924 Anayasası Türk kavramını bir etnik kimliğe indirgememekte ve onu bir üst kimlik olarak tanımlamaktadır. Cumhuriyetin kurucu babaları seküler/laik bir üst kimlik inşa ederek ulus-devleti kurdular. Bu bağlamda Atatürk’ün millet ve Türk milleti için kullandığı tanımlar son derece açıktır:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” (1925).

“Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir toplumdur” (1930). 

“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın (burada milletin anlamında!) evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” (1932). 

15 Temmuz darbesi bir dinsel, etnik ya da herhangi bir alt kimliği esas alarak örgütlenmeye çalışmanın ne kadar sakıncalı olduğunu göstermiştir. Üstelik bu uluslararası ağın bir parçası ise daha da tehlikeli olmaktadır. Dün yaşanan FETÖ’dür, bu yarın METÖ olabilir.  Bundan ders çıkararak yurttaş ve birey temeli dışında hiçbir kimliğe ayrıcalık tanımadan, liyakati ve vatan sevgisini temel alan bir yapılanmaya gitmek zorundayız. Milletimizi dinsel ya da etnik kimlikleriyle tanımlamak ve ayırmak doğru değildir. Her türlü alt kimliğe saygı duymakla beraber, laik demokratik bir ulus-devlet, alt kimlikler temelinde örgütlenmelerin devlete sızmasına izin veremez. 

Türklük bir etnik kimlik olmanın ötesinde bir üst kimliktir. Önemli ve öncelikli olan da budur. Atatürk’ün dini ve etnisiteyi dahil etmeden tanımladığı, Anayasa’ya koyduğu Türk üst kimliği tanımı etrafında, laik demokratik ulus-devlet esaslarında Türkiye’yi yeniden şekillendirmek zorundayız. Türk kimliğini bir etnik kimliğe indirgemek ve O’nu sıradan bir alt kimlik olarak tanımlamak da bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüklerden olacaktır.

Bina inşa etmekten ziyade ulusal kimlik inşa etmek daha hayati olsa gerektir. Bu inşada en temel faktör eğitimdir.

Cumhuriyet eğitimde fırsat eşitliği sağlamıştı. Kız ve erkeklere, zengin ve yoksullara… Zengin ya da orta üst gelir grubuna mensup çocukların koleje, fakir çocukların İmam Hatip’e gittikleri bir eğitim sistemi olamaz. Olsa da bu bizi ileriye taşıyamaz. Ülkenin zeki çocuklarını Fen liselerine göndermek, bu liselerin sayısını ve kalitesini arttırmak zorundayız. Cumhuriyet bu kaliteyi sağlamış ve hatta zeki çocuklarını yurt dışına da eğitim için göndermişti. Cumhuriyetin eğitim sistemi Aziz Sancar’ları yetiştirebildi. Bugün ise Aziz Sancar’ların sayısının artmasını ve ülkede kalmasını sağlamak gerekiyor. Mevcut durumda bunu sağlamak mümkün değil. Şapkamızı önümüze alıp düşünme zamanıdır.